Eskidendi -4-

Ahmet TAŞKENT

Beni kapıda karşılayan Erkan'a "beni köpekler kovaladı" dedim. Her zamanki klâsik kahkasını atarak zaten yıpranmış olan sinirlerime bir darbe daha indirdi. Başkası gülse bu kadar koymayabilirdi ama Erkan gülünce işin rengi değişiyordu. Normal bir insan başına kötü bir şey gelmesini istemezken, ben başıma gelen kötü şeylerin Erkan tarafından bilinmesini istemiyordum. Fazla şey istemiyordum, büyük tutkularım yoktu.

Erkan'a bir iki küfür ettikten sonra biraları dolaba koymak için mutfağa yöneldim. Dolap tıka basa doluydu, eğilip alttaki raflara biraları sıkıştırmaya başladım. Son şişeyi de bir boşluğa istifledikten sonra dolabın kapağını kapattım ve arkama dönmemle dibimde sessiz bir şekilde duran Uygar'ı görmem bir oldu. Uzun süren köpek gerginliğinin ardından sinirlerim boşalmış olacak, aklım yerinden çıkacak gibi oldu.

Bir yandan kalbimi tutarak "abi öyle yanaşılır mı arkadan, ödüm çıktı" dedim. Hafif gülümsedi, "ödü çıkmak ne lan yok öyle bir şey, patlamıştır" dedi. Sonra konuşmama fırsat vermeden aralıksız sorularına başladı. "Oğlum telefonda ne dediğimi neden anlamıyorsun sen? Hiç saniye yazmadan telefonu kapatmaya çalışıyorum, bana uzun uzun Zeki Müren Türkçesiyle 'sanırım anlamadım, sanırım şöyle oldu, korkarım böyle oldu' falan diyorsun. Akşam kaçta diye soruyordum" dedi. "Ne bileyim abi anlamadım, anlasam cevap verirdim" dedim. "Neyse zaten senden sonra İbrahim'i aradım o söyledi" dedi, uzandı dolaptan bir bira aldı, "hâlâ sıfır saniye yapamadık, sıfırla bir saniye arasında gidip geliyoruz, eninde sonunda olacak ama" diyerek mutfaktan çıktı. Telefon şebekesine karşı ciddi ciddi hırs besliyordu. Kendi kendime "manyak mıdır nedir" diye söylenerek bir bira da ben aldım ve salona geçtim.

Salondaki manzara hiç iç açıcı değildi. Benle beraber toplamda 7 tane adam, kiminin üstü çıplak, kiminde atlet var, kimi sadece boxerla ortalıkta geziyordu. Birazdan mızraklarımızı alıp ava çıkacakmışız gibi bir hava vardı ortamda. Ellerde bira şişeleri, kiminin önünde rakı kadehi. Ve en kötüsü de, dizlerinin üstüne çökmüş, önündeki tepside çiğ köfte yoğuran bir Emir Budak...

"Ahmet'çim hoş gelmişsen" diye karşıladı beni çiğköfte üstadı. Hangi kıstaslar göre Diyarbakır şivesine geçiyordu yıllardır çözememiştim. Kendisini herhangi bir kızın karşısında gören soyunun saraya dayandığını ve tam bir İstanbul beyefendisi olduğunu sanardı. Ama yanımızda tam bir aşiret mensubu gibi davranıyordu. "Hoş bulduk" dedim, kaşlarıyla yanında duran bezi gösterdi. Bezi yerden aldım ve terini silmeye başladım. Bu sonu istememiştim, ama şartlar beni buraya kadar getirmişti. Belki de o cuma gecesi destansı bir aşkın ilk adımlarını atarak, o an sevdiğim kızın kulağına onu ne kadar sevdiğimi fısıldayacakken, ben orada Emir'in yanına çimmiş terini siliyordum. "Vallaha ellerim yağlıdır, şu atletimi çıkarsana gurban" demesiyle titreyerek kendime geldim. "Abi vallahi midem kalktı" diyip kaçtım yanından.

Emir'den kaçmaya çalışırken yanlışlıkla yerde yatan birinin üstüne bastım. "Aaaaghhyavaşbe!" diye bir ses geldi. Baktım, yerde yatan İbrahim'di. "Niye yerde yatıyorsun oğlum?" soruma, "serinserinyerdahaserin" diye cevap verdi. Bir elinde büyük ihtimalle Erkan'ın annesi Kadriye Teyze'ye ait olan ve üzerinde ejderha motifleri bulunan bir yelpaze, diğer elinde ise kendi aldığı çok belli olan pringles vardı. Öyle bir sarılmıştı ki pringles'a, anne yeni doğan bebeğine öyle sarılmazdı. Oturdum, diziler üzerine mini bir sohbet gerçekleştirdik. "Yeni dizi var mı?" diye sordum, "çokgzel bitanevar amasensevmssin, gay var" dedi. Sonra da homofobik olduğumu söyleyerek homofobiklerin aslında gizli gay olabileceğinden bahsetti. Ayağımın topuğuyla omzuna vurdum. Yine "aaaghhyavaşbe" dedi. Onu ilişkimize başladığımız yerde, aynı sözcüklerle bırakarak müziğe müdahale etmeye Cem'in yanına gittim.

Cem her zamanki gibi kendi zevklerine göre bir liste oluşturmuştu. Listeye kendi istediğim şarkıları koymak için Cem'le kavga ederken, Çağdaş yanımıza geldi, telefonları topluyordu. Hardkor içilen bir gecede telefonları toplamak sonra da kendinin olmayan telefonları evde bir yere saklamak artık bir ritüel halini almıştı. Aksi takdirde sarhoş olununca aranan ya da mesaj atılan hoşlanılan kızla, geri dönüşü olmayan bir yola giriliyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde çıkan kavgaların, telefonunu geri istemelerin sonunun gelmeyeceği bilindiği halde böyle bir yola başvurmak durumunda kalınmıştı.

Duman, Zeki Müren, Ahmet Kaya, Sezen Aksu ve Levent Yüksel'in listenin başını çektiği şarkı listesinde, Kazancı Bedih'in Nemrudun Kızı adlı eseriyle listemize giriş yapabildiğini de göz önüne alırsak, dışarıdan bize bakan bir çift yabancı gözün neyin peşinde olduğumuzu anlamakta güçlük çekebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hiçbirimiz değişmedik. Üstadın da buyurduğu gibi; 'İnsanlar değişmez.' Ama bazen biraz da olsa değişerek, normalde yapmayacağı bazı şeyleri istemeden de olsa yapmak durumunda kalabilirler.

Buradan yola çıkarak, şiirden gram anlamayan ben; sırdaş Erkan'ım, canım İbrahim'im, bir garip Uygar'ım, en adam Çağdaş'ım, çocuksu Cem'im, küçük dev adam Emir'im ve çok özlediğim Kayhan'ım için bu riski göze alıyorum ve bir Murathan Mungan şiirinden kesitle huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Sağlıcakla kalın.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden...

(son)

Eskidendi -3-

Ahmet TAŞKENT

Annesiyle alışverişe gideceğini söyleyen Emir'i iki kızla gezerken suçüstü yakalamıştım. Bir yandan ona görünmemeye çalışarak ışıklardan karşıya geçtim. Hüseyin abiye selam verdim ve kendisinden iki karışık simit hazırlamasını istedim.

Hüseyin abi simitleri hazırlarken Emir'in neden bu kadar şahsiyetsiz bir insan olduğu hakkında düşünmek için bol bol
vaktim oldu. Neden yalan söylediğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Belki kızlarla buluşacağını söylerse ben de gelmeye çalışırım diye düşünmüş olabilir diye geçirdim aklımdan. Ama öyle bir tarzım yoktu. Hayatımı yalnızca iki şeye endekslemiş durumdaydım ve beni tanıyan dostlarımın da bunun farkında olduğunu biliyordum. Birincisi futbol, ikincisi ise ergenliğin gerektirdiği ölçüde harcadığım enerjiyi yeniden kazanabilmek adına yiyebildiğim kadar yemek yiyebilmekti. Sonuçta 5 dakikalık tenefüste 4. kattaki sınıftan üşenmeden bahçeye inip orta-kafa-gol oynadığımız zamanlardı. Zor bir dönemden geçiyorduk.

Simitleri aldım, eve doğru yolu çekmeye koyuldum. Yemek işini halletmenin verdiği gönül rahatlığı ve eve gidince güzel bir çay demlemenin hayaliyle ağır ağır eve doğru seyirtirken telefonum çaldı. Arayan Uygar'dı. Telefonu açtım, alo dememe fırsat bırakmadan "akşmkaç" dedi. Afalladım, tam "anlamadım abi?" diyecekken telefon suratıma kapandı. Geri aradım, telefon açılır açılmaz Uygar bu defa "kşamkaçta" dedi. "Abi hatta sorun var galiba..." derken telefon tekrar suratıma kapandı. Israrcı olmadım, nasıl olsa akşam görüşürüz dedim, tekrar aramadım. Uygar da aramadı.

Evde simidimi yiyip çayımı içerken bir yandan Süper Baba'nın tekrarını seyrettim, anıra anıra Fiko ve Nihat arasındaki ilişkiye güldüm. Çocukluk kahramanlarım Lorel ve Hardy'den daha iyi olduklarına kanaat getirmek üzere olduğum zamanlardı. Ayrıca Fiko ve Nihat'ın arkadaşlarımız arasındaki karşılığı tam olarak Emir ve Cem'di. Bu benzerlik bambaşka bir yazının konusu olduğu için şimdi burada kestirip atmak istemiyorum.

Artık klasikleşen okul sonrası simit-süper baba-uyku üçgeninden sıyrılıp gözlerimi açtığımda saat 9'a geliyordu. 8'de Erkanlar'da buluşacaktık, geç kalmıştım. Giyinip evden çıktım.

Yolda bir şey istiyor musunuz diye sormak için Erkan'ı aradım. Yanındakilere sordu, 15 tane bira istedi. Bir insan 8'de buluşarak içmeye başlayıp saat 9'da nasıl biraya ihtiyaç duyar? Ve neden 15 tane? Veya kendi kendime "şimdilik 6 tane alayım, sonra çıkar tekrar alırız" diyecek kudretteyken bugün nasıl 3 birayla kafam çok iyi oluyor? Bu soruların cevabı yok.

Evimin etrafındaki köpeklere yakalanmamanın verdiği rahatlama hissi ve Erkanlar'ın oradaki köpeklere ebelenme ihtimalinin verdiği tedirginlikle Erkanlar'ın sokağının başındaki tekelden 20 bira+sigara+çerez alıp tüm varımı yoğumu orada bırakarak yoluma devam ettim.

Eve yaklaşık 100 metre kalmıştı ki arkamdan pati sesleri gelmeye başladı. Sesler gitgide yaklaşıyordu. 2 elimde ağır siyah poşetler vardı ve dönüp arkaya bakmaya ölesiye korkuyordum. Zira Erkanlar'ın sokağındaki köpekler hâlden, durdan anlamıyorlardı. Köpeğin biraz aklı olsa, üstünlüğünü kabul ettiğimi ispatlarcasına, saygı nişanesi olarak beni ısırmaması karşılığında yere çömelerek pati bile verebilirdim ama köpekler doyumsuzdu ve ısırmaya programlanmışlardı.

Adımlarımı sıklaştırdım, ancak seslerden anladığım kadarıyla patiler 4'ken 8, 8'ken 16 oldu. Artık ne olacaksa olsun diyip arkamı döndüm. Ve tam olarak evle benim aramdaki mesafe kadar uzaklıkta bana doğru koşan 3 köpek gördüm. Köpeklerden biri gaddarlığıyla nam salmış, yıllardır dillere pelesenk olarak artık destanlaşmış, Erkan'ın da beni kendisi hakkında ısrarla defalarca uyardığı iri bej köpekti. 10 tane köpek saldırsaydı ve parçalasaydı beni, ama o bej köpek olmasaydı... Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Çaresizce etrafıma bakındım, acaba başkasına mı koşuyorlar diye ama sokak ıssızdı ve bir tek ben vardım.

Yıllarca "aslında üzerine doğru koşan köpeğin doğru bir zamanlamayla ağzının ortasına tekme atsan olur" diye düşünen ben, o an anladım ki öyle bir şey yokmuş. Yere düşerken nasıl ellerimizi uzatarak kendimizi korumaya çalışıyorsak, üstüne son sürat koşan köpeği görünce insan kaçıyormuş.

Koşmaya başladım. Köpeklerin fazladan 2 ayağının haneme eksi puan olarak yazılması yetmiyormuş gibi ellerimde ağır torbalar vardı. Orada o gün kaçarken şunu da anladım ki, insan ellerini sallayarak koşamıyorsa dışarıya çok komik bir görüntü sunmuş oluyor. Kollar, gövde ve kalçalar sabit, sadece ayaklar hareket ediyor. Gerçekten çok kötü bir görüntü.

Bir yandan kendime acıyarak ve üzülerek korkuyla koşarken, apartmana vardıktan sonra kapının açılma süresinin bana yetip yetmeyeceğini kafamda tartmak için arkama dönüp bir daha baktım. Köpekler farkı kapatıyordu, en önde de o lânet bej köpek vardı. Bir canlının en sevdiği varlığı elinden alsam, arkamdan böyle canhıraş koşmazdı. Köpeklerin niyetini gerçekten anlamakta güçlük çekiyordum.

Tüm bunları aklımdan geçirirken kapıya çok yaklaşmıştım ve işler yolunda gitmiyordu. Böylesine bir riski göze alamazdım. Ve elimde torbalarla Erkanlar'ın evinin önünden transit bir şekilde hızla koşarak geçtim...Bugün bile düşününce tek avuntum, o sırada bizimkilerden birinin beni görmemesi oldu. Kafada canlandırmak bile insanı ürpertiyor. Arkadaşlarınla birlikte içiyorsun, bir ara hava almaya balkona çıkıyorsun ve bir sigara yakıyorsun. Aşağıya doğru kafanı bir uzatıyorsun ki bir arkadaşın, iki elinde siyah poşetler ve peşinde köpeklerle koşarak evin önünden geçiyor...

Benim adıma çok üzücü bir durum.

Evin önünden koşarak geçtim, karşıma çıkan dörtyolda duraksamadan karşıdaki sokağa daldım. Son çırpınışlarımı veriyordum ki arkamdan gelen pati sesleri kesildi. Dönüp arkama baktım, 3 köpek de yolun karşısında durmuş bana bakıyorlardı. Yüzüklerin Efendisi'nde Liv Tyler'ın nehri geçmesinin ardından kralların nehrin diğer tarafında kalıp geçememeleri gibi bir sahne yaşandı. Anladım ki tek dertleri o sokaktan geçmemmiş. O güne kadar birçok kez istenmediğim yerde istemeden de olsa bulunduğum olmuştu ama hiç bu kadar istenmediğimi hatırlamıyordum.

Üç köpek, özellikle bej köpek yolun diğer tarafından 10 dakika boyunca bana baktı. Ben sürekli gözlerimi kaçırdım. "Sıkıntı verdiysem özür dilerim, sizinle ters düşmek istemem" bakışları fırlattım ara ara. Bu tıkanıklıktan köpekler de sıkılmış olacak ki, gittiler.

Zili çaldım, apartman kapısı açıldı. Henüz asansördeyken evden acı Ahmet Kaya nağmeleri gelmeye başladı.

Gece daha yeni başlıyordu.

(tu bi kontinyud)

Hamam

Sedef KALKAVAN

Bildiğiniz buzlu camları olan demir bir kapısı vardı. Ağır, demir kapı. Hani su sıkıştı mı parmak götüren, kan oturtanlardan. Üstelik siyah, zifiri siyah. Kopmuş kilit zincirinin yerine naylon bir çamaşır ipi idareten bağlanmıştı. Bir açılıp bir kapanan koca bir kapı… Üstelik minik bir kıza korku salan bir kapı..

Üç basamak ile iniliyordu antreye. Bu yüksek tavanlı, geniş antrede insan kendini gününden düşmüş bakımsız bir köşkün salonunda kim bilir hangi hızda 360 derece dönerken düşünmeli. Derin bir nefes almalı, olabildiği kadar dik durmalı ve tavandaki Hoca Ali Rıza Efendi taklidi Boğaz tasvirini ve duvardaki çinileri doya doya seyredebilmeli, ister hamam öncesi, ister hamam sonrası.

Antreyi her iki tarafından yarım ay şeklinde saran merdivenler, kabinler hepsi ahşaptı ya kararmıştı artık. Asma kattaki kabinler alttakilere nazaran daha basıktı. Basit bir görüntü düşünün; her birinde, tavandan sarkan çıplak bir ampul, iki adımlık bir alan, duvar dibinde minik bir sedir ve kapı arkasında üç çengel ki giyisi asılabilsin, ha bir de insanı iten sorgu odası soğukluğu.

Asma kat kabinlerden sebep dardı. Ama yine de Çiğdem o hilalde dört dönerdi aksama kadar. Trabzanlardan sarkan havluları çekiştirir, kimini aşağı atar, bir sağ bir sol onca ikaza rağmen koşardı. Oturur, trabzanın aralıklarından bacakları aşağı sarkıtır İnci’ye laf atar, kızdırırdı.

İnci ise abla edalarından taviz vermeksizin gün boyu Çiğdem’e ültimatomlar verip her hareketini takip eder, tüm oyunlarına da burnunu sokardı. Hemen giriş kapısının solunda, kasanın da tam karşısında ufak bir masada sabun satıyordu. Kalıpların önünde “BANYO SABUNU – 25 Lira / ZEYTİNYAĞLI SABUN – 30 Lira / YEŞİL SABUN -30 Lira” yazan koca bir kağıt vardı. Kalıpların biraz gerisindeki mavi metal Nivea kutusu ağzına kadar bozuk para doluydu. İnci ciddi çalışır, aldığı bozuklukları sayar, para üstlerine özen gösterirdi. Matematiği nasıl iyi bildiğini göstermeye can atan küçük ama büyüdüm havalarında 9 yaşında bir kızdı işte. Hepimizin bir dönem giydiği lacivert daracık bir blue jean vardı üzerinde paçaları kıvrılmış, yüksek bel. Bir de beyaz polo yaka bir t-shirt.

Altta kabinlerin hemen bitiminde duvara monte raflarda beyaz banyo havluları, peştamallar, keseler, maşrapalar duruyordu. Rafların altında da yerde takunyalar ve terlikler vardı ya hepsi aynı numaraydı. Duvarlar burada bitiyor, asma katın altından büyük bir kapıyla havalandırmaya giriliyordu. Havalandırma denilen bölüm karanlık küçük bir yerdi. Ayak yıkamak için olsa gerek yere yakın bir musluğu vardı ve ikinci bir kapıyla hamama açılıyordu.

Ve hamam. Kalın, ağır kapısını açmak güç isterdi. Havalandırmanın izbe, karanlık havasından hamama geçiş bir aydınlanmaydı. Işıl ışıl su zerrecikleri içinde damarlı beyaz mermerler, kimi taşan kurnalar, o şatafatlı musluk başları. İşte Osmanlı diyordu insan. İşte banyo kültürü. Kubbe seklindeki tavanda göbek göbek camlar, camlarda gökyüzü, aydınlık. Kubbenin tam orta yerindekinde ise renkli parçalar, göbek taşının üzerinde allar morlar pembeler. Bunca aydınlık, buhar, duman içersisinde renkli ışık süzmeleri kulakta buruk bir kanun taksimi bırakıyordu.

Havalandırmanın dev kapısı çarptı ve Çigdem koşar adım soluğu İnci’nin yanında aldı. Minik göğsü hızla inip kalkıyordu. Gözlerini iyice açmış pür telaş;

- “ İnci, Fatma Teyze ciciklerimi yiyecekmiş” dedi. Sesi bir kız çocuğu için fazla kalındı ve derinden geliyordu. Hatta biraz dikkat ile arkadaki hırıltı fark edilebilirdi.
10’luk ve 25’likleri dizen İnci oturduğu yerde sağ kolunu kaldırdı ve Çiğdem'i kolunun altına aldı. Başını İnci’nin göğsüne gömen Çiğdem hala sık soluklar alıyordu.
- “ Gel, ne kadar paramız var, sayalım biz”
- “ Hı hı …. Ama ben de sayıcam ”
- “ Sayıcaksın.”

Onlar saymaya başladığında biz biraz yükselip tavandan seyredelim. Bir de güzel bir müzik…. Neşeli bir Italyan operası mesela Sevil Berberi? Telaşla başlarken müzik içeri buradan görüldüğü kadarıyla küçük kafalı tıknaz bir kadınla, iki yandan örgülü, saç ayrım çizgisi düzgün, minik bir kız girsin içeri. Hamamdan yanakları al al, akça pakça üç kadın çıksın takunyalarını takırdatarak. Gürbüz Neriman elinde meşrubat kasasıyla içeri girsin. Şişeler yere koyulurken iyi de bir şıkırdasın. Birileri gelsin birileri çıksın, müzik hızlansın soluklansın, keseci kadınlar toplanıp dedikodu yapsınlar tabure üzerinde, sarkmış koca memeleri dizlerine inmişken. Çay demlensin koca bir tepside servis yapılsın. Ortaya koca kulaklıda bir menemen gelsin birkaç ekmekle silinsin süprülsün. Çigdem antrede dört dönsün. Sonra yine birileri gelsin gitsin müzik birden bitiversin. Hava hafiften kararıp el ayak çekilmeye başlasın. Şükran Hn. son ışıkları kapatıp kapıyı kilitlesin.

Biz de artık aşağı inelim. Tam antrenin ortasına. Kuruyan havluları katlayıp raflarına koyalım. Takunyaları dizelim. Tek tek damlayan muslukları kapatalım. Göbek taşının üzerinde bağdaş kurup gecenin kör aydınlığında ağır rutubete rağmen derin derin nefes alalım.

...

Şişli'de e öyle pek şık sayılmayacak bir apartman dairesinin ebeveyn yatak odasında panjurun kırık aralıklarından Şükran Hanım’ın yatağına düşüyor gün ışığı sakin uçusan tozları göstererek. Solunda iki kızı Şükran Hanım sıkışmış yatakta. Eşinden ayrıldı ayrılalı çoktur böyle birlikte yatmaları. İlk hep Çiğdem uyanır. Kıpır kıpır, dirlik vermez kimseye, e eli mahkum uyanıp giyinilir, erkenden çıkılır. Kahvaltı illa ki hamamda yapılır anneanne ile cümbür cemaat.
Sabah 8. Neriman elinde hortum, ön taşlığı akıtıyor. Basmasının etek uçlarını sıkıştırmış iç eteğine ki ıslanmasın, ayağında lastik terlikler, elindeki çalı süpürgesini o kadar hünerli salıyor ki o harekete hayran kalmamak elde değil. Üstelik süpürülen yerde zerre pislik bırakmadan.

Kızlarla Şükran Hanım giriyor bahçeye. Neriman hortumu kıvırıyor musluk başında, kızlar eteklerinde koşuşturuyor. Koca tepside çaylar, kahvaltı masası.

9’a dogru Fatma Hanım ile diğer keseci iki kadın geliyor. Bir erken düsenler vardır hamama, 12 olmadan yanaklar al al başlarda eşarp çıkarlar, bir de evi toplayıp öğle sonrası gelenler. Ama asıl yoğunluk sabahtandır. Hele cumartesileri öyle kalabalık olur ki boş kabin kalmaz kimi günler. Artık pek de öyle hamama giden yok bu devirde ya bu hamamın nerede olduğuyla da ilgili. Mesela lüks bir semtte ise doğru, pek giden olmaz. Ama böyle orta gelirli bir semtin mahalle arasında ise kadınlar hem kendileri gelirler on beş'te bir, hem de kocalarını gönderirler. E erkekler pek de beceremezler pir pak yıkanmayı ya anca hamam paklar onları.

Sarınmışsınız havluya saçlarınız eğreti bir topuz bekliyorsunuz antrede. Elinizde tas, tasın içinde koca bir kalıp sabun. Havalandırmanın ağır kapısının ardından hamamda yankılanan sesler, sabundan gözü yanan çocuk çığlıkları geliyor.

Kadın kendi gibidir hamamda. Gündelik hayatta kadın erkek ayrımı yapmaksızın bakarız insana, fark edemeyiz kadının dişiliğini. Nasıl? Bir kadın temizdir, bakımlıdır kendince, bir oturuşu, bir duruşu, bir havası vardır mesela. Öyle farklıdır ki hepsi birbirinden. Kimi peştemallidir, kimi yalnızca çamaşırıyla girer. Bir de fütursuz olup anadan üryan yıkananlar vardır rahat, gamsız. Bunlar genelde menopoza yeni girmiş ya da girmek üzere olan elliliklerdir. Yaşlıların memeleri neredeyse dizlerinde, avuçlayıp toparlarlar zırt pırt. Ergenler utangaçtır zaten genelde onlar peştemalli girerler. Genç anneler çamaşırlıdırlar. İki dizlerinin arasına kıstırıp çocukları, kurnanın yanında önce onları yıkar sonra kendileri yıkanırlar. En illeti kurnanın yanına oturup etrafi kesen kadınlardır. Bilinçsizce, bir biri ardına tasla su dökünür, bu arada etraftaki muhabbetleri dinlerler. Keyfe düşkün bir iki kokana da düşer arada. Yatar boylu boyunca göbek taşına, keseci kadınlara önce bir keseletir kendini ardından sabunlanıp demlenir bir müddet. Onca buhar, rutubet kokusu, yankılanan bu bir kıyamet ses arasında kaybolur insan.

- “Ah canım ne tatlı şeysin sen. Kaç yaşındasın bakim?”
Çiğdem kafasını yine İnci’nin göğsüne gömmüş, sağ kolu uzatıp tombul, yumruk kısımları gamzeli üç parmağını büyük bir çabayla havada tutuyordu.

Kadın iki üç içten kahkahadan sonra asma kata çıkıp kabine girdi.
Tombul Neriman elinde yer kovası mutfaktan çıktı;

- “Abla yeni sildim. Girilmesin biraz. Kurusun.”
- “Sonra bi çay demliyelim ama bak öğle yanaşıyor acıkmıştır benimkiler” der Şükran Hn.
- “ Tamam abla”
- “ Çiğdem, çiçeğim, acıktın mı bi tanem ha?”

Çiğdem yanaklarda tebessüm koşar annesine. Kasanın yanındaki tabureye oturur;

- “Bugün de girim anne nolur?”
- “Olmaz çiçeğim, her gün banyo mu olur? Sonra bak gördün ellerin nasıl buruşuyor, yaşlanıyorsun. İster misin erkenden yaşlanmak?”
- “O yaşlanmaktan olmuyor. Bir kere ben de uzun kalmıştım. Ondan sonra, ellerim benim de buruşmuştu. Ondan sonra çıkmıştım banyodan. Ondan sonra düzelmişti, yaşlanmamıştım ki.” diye atlar İnci bilmis bilmis.

E tabi Çiğdem bozulmuştur. Annesi banyo yapmasın diye ne numaralar çeviriyordur. Şu İnci de olmasa iyice uyutacaklardır onu. Taburesinden kalkar sakin adımlarla İnci’nin yanına döner.

Ögle sonrası Çiğdem gözlerini ovuşturarak iner asma kattan. Belli ki yemeğin peşine kıvrılmış bir köşeciğe. Avlu boştur. Annesi kasada telefonla konuşuyordur. Havalandırmanın kapısı yavaş yavaş açılır. Önce bir grup buhar çıkar dışarı firsatını bulmuşken sıvışmak için, ardından peştemalli ve üzeri kanlar içinde genç bir kadın. Antrenin orta yerinde sessiz sedasız ağlamaya başlar. Kanlı elleri yelpaze olmus dudaklarını örter. Önce Çiğdem fark eder kadını, korkar tabi. Yanına gitmesiyle hamamdan çığlıklar yükselir. Çiğdem havalandırmadan koşar adım hamama girer. Onca bedenin arasından başını uzatır. Üç yaşındaki bu gözler donar. Geri çekilir havalandırmaya döner ve oturur o alçak musluğun biraz yanındaki izbeliğe, kulaklarını kapatır.

Ne kadar zamanda bu kadar kan boşanır ki bir insandan? Böyle bir durumda ne kadar sürer saçmalamamız? Ne kadar sürede aklımız başına gelir harekete geçeriz? 9 yaşındaki küçücük bir kızda kaç litre kan olabilir ki?

Pek de lüzumu yok ya anlatalım. Çığlıklar birbiri ardına patlarken Şükran Hn. ambulans çağırmayı akıl eder. Sonrası malum, sedye, kargaşa, koşuşturmaca. Neriman elindeki hortumun bir ucunu takmış musluklardan birine kanları akıtıyor. Göbek taşından, yerlerden kayan kanlar su yolu boyunca dört dönüp tüm hamami, atıyor kendini dışarı.

Bu kan kokusu çıkmak bilmedi aylarca. Sanki burnumuza sinmişti. Bakıyorum da şimdi, bu hamamda seneler sonra hala alabiliyorum o kokuyu. İlk günki gibi canımı acıtabiliyor hala. Oysaki ufacıktım. Anneannemin koynunda yatmıştım günlerce, korkutuyordu annem. Bu küf dolu duvardaki harabe aynadan bakan güderi ceketli, saçları yapılı bu kadın kim? Elli yaşıma girdim bugün. Dogum günü kutlamak için tuhaf bir mekan degil mi? Oysa ki hala işitebiliyorum İnci’nin sesini. Buraya gelene kadar hafızamda hep o kanlar içinde, son gördüğüm hali kalmıştı. Şimdi İnci masasında oturuyor, gözleri canlı.

Hala çınlıyor sesi bu eski hamamda.
- “Çiğdem bak anneme söylerim!”
- “Çigdem koşma şu asma katta!”
- “Çiğdem bak yine paralarımı düşürmüşsün yere!”

Çigdem çok sevdi seni inci…