Sedef KALKAVAN

Kaç yaşında mıyım? Kaç oldum sahi? Hem ne fark eder ki? Gözlerimi kapadığımda unutabilecek miyim, kim olduğumu, bu kırış kırış gözleri, otoyol haritasına dönen titrek ellerimi? Gözlerimi kapadığımda silinecek mi tüm bu siluetler aklımdan? Peki ya anılar, yılbaşı partileri, aile yemekleri, yaka paça kavga ayırmalarım, cenazeler, küslükler, affedişler, kıyamamalar? Benim bir tanecik makaram, dikiş iğnem, yüksüğüm, senelerdir orasını burasını tamir ettirip durduğum dikiş makinem. Bu yaşa gelince mi acıtıyor bir toplu iğne insanın yüreğini.
Sabah sabah atölye yollarına düştüğümüz şehrin nemli kaldırımları. Kalıplar, mezuralar, siparişler arasında yerleri iplik ve kesik kumaş parçaları dolu atölyelerin dört duvarına sıkışan hayallerim. Sonra,… Mehmet'im. Kaç yaşındayım sahi?
Sabah annemin demli çay kokusuna uyanır banyoda sıra beklerdim yüz yıkamak, saç taramak için. Abilerimden fırsat kalırsa tarakla fırça benim olurdu aynadaki aksime çeki düzen vermek üzere. Sokaklar yeni yeni açılan kepenk sesleriyle çınlardı. Gözlerim rüzgârdan taze sulanmış, asfaltı bata çıka ilerlemeye çalışan zavallı ayakkabılarıma takılırdı. Evimizin az ilerisinde tahıl ürünleri satan toptancılar vardı. Çok sık gelirdi kamyonlar buraya. Çok da sık bozulurdu asfalt, her sene Kara Yolları’nın düzeltmesine karşın. Hele bir de kar, yağmur görmesin bu asfaltlar, minik göletlerden, ince naylon çoraplarıma çamur sıçramasın diye bale yapardım adeta da abilerim dalga geçerlerdi. Arka sokaktaki bisküvi fabrikasından gelen kokuların ardı sıra sokakta ilerler, dükkânının önünü temizleyen, mal indiren esnafla selamlaşır hanın yolunu tutardık. Ufak bir kavis yapardık abimin İstiklal eczanesinde çalışan Nebahatciğinin önünden. Nebahat az süslü değildi hani. Nebahat’in abimi görünce açılan bir iki dekolte düğmesi karınlarımıza kramplar girdirerek güldürürdü bizi. Abimin beyefendilikten taviz vermeden her sabah fırlattığı Ayhan Işık tebessümü, Nebahatciğine verdiği en değerli armağandı herhalde. Tabii sorsan abime Nebahat evlenilecek kız değildi, işte gönül eğlendirmelik, aynı filmlerdeki gibi derdi. İzlediğimiz acıklı aşk filmlerine o kadar benzetmeye başlamıştık ki hayatlarımızı her birimiz birer Filiz Akın, Türkan Şoray, Ayhan Işık oluvermiştik. Gerek kullandığımız dil, gerek hal tavırlar; o zamanlar fazla ciddiye aldığım, şimdi ise kahkahalarla güldüğüm bir dönemi anımsamak aslında zevk veriyor bana.
Küçük abimin Serpil’i vardı. Annem “Bırak şu komünisti, daha hökümetlen derdini halledememiş, zırt pırt alınır içerelere, anası babası dize getrememiş, sen mi getrecen? Gız mı yok sana uğlum, yaraşmaz o gız sana” derdi. Serpil incecik ki neredeyse kemikleri sayılacak incelikte, gür kahverengi saçları dağınık, akıllı ama fazla konuşmayan bir kızdı. Gözleri Japonlar’ınkini andırır çekiklikte birer çizgi şerit olurdu gülümseyince Abimin zoruna giderdi biraz, Serpil’in her konu da bir fikrinin olup, abimin olmaması. Ama ne kadar için için kendini yetersiz de görse, Serpil çok sayardı abimi, her konuda önce onun fikrini alır, her yeni gelişmeyi önce hemen abime anlatırdı. Yolunda gitmeyen tek şey komşu kızları evlilik hayalleri ile nakış işlerken, Serpil’in evliği düşünmüyor, konusunu dahi açtırmıyor oluşuydu abime. Anne babası ayrıldığında o kadar küçüktü ki annesi her ne kadar evde bir düzen kurmaya gayret ettiyse de Serpil hiç bilmemişti bir aile düzeni nasıl olur. Belki bu yüzdendi insanlara olan bu güvensizliği. Ama ben çok severdim Serpil’i, herhalde o da sevdi beni. Şimdi bile burnumda, Serpil’in yasemin kokusu. Cenazesini beklediğimiz gecenin sabahıydı tüm gece uğraşmamıza karşın abimi çıkaramadığımız odasında “Pek yakın değildi belki çevresindekilere. Bana bile sık söyleyemezdi sevdiğini. Hep içinde yaşardı. Ama öyle bir bakardı ki, inan tek söz etmesine gerek kalmazdı. Acaba doya doya bakabilmiş miydim gözlerine ?” demişti. Aslında şanslı sayılırdık, o dönem çok insan kayboluyordu. Şanslıydık, çünkü cesedi, bir köşede bilinmedik bir mezarda değildi. Usulünce kendi evinden çıkıyordu. Yasin’leriyle dualarıyla. Şimdi hatırladıkça, bu anıların abimde açtığı derin yaralar nasıl zamanla sarıldı da Serpil unutuldu gitti diyorum. İnsan unutulmayacağını düşünüyor hep, yerini kimsenin dolduramayacağını. Ama zamanla etrafta değişen her şey gibi sen de değişiyorsun işte. Yeri geliyor değişmez dediğin değerlerin değişiyor. Sorsan şimdi bana o gün geri gelse yine gitmez miydin Mehmet’le diye önce içli içli derin bir “of” çekerim peşine de bağıra bağıra “giderdim” derim.
Her neyse, han manifaturacılar çarşısının tam göbeğindeydi. Sağımız solumuz, manifaturacı, ilikçi, overlokçu, doluydu. Bizim han 5 katlı idi. Biz beşinci katta idik. Tabii benim çatı arasındaki minik odam da sayılınca bir buçuk kat oluyordu ya on adımlık yere ofis denirse. Beşinci katta abilerimin odaları ve atölye vardı. Kalıpçı Nazım Usta, overlokçu İrfan’la kayınbiraderi, sonra dikişçi kızlar. Abilerim mağazalara sipariş yaparlardı. Bense amcamdan öğrendiğim terzilik zanaatını özel müşteri siparişlerinde konuştururdum. Öyle böyle değil, iyi dikerdim. Basit bir etek bile diksem, bir havası olurdu. Giyen de gerine gerine bana diktirdiğini anlatırdı. O zamanlar pek bir meşhurdum. Şimdi bu titreyen ellere bakınca… belki şimdi bu haldeler ama vaktiyle çok çalıştılar, çok emek harcadılar benim için.
Hiçbir zaman çalışmaktan erinmedim. Ama öyle müşteriler geldi ki mesleğimden nefret ettiğim zamanlar olmadı değil. Yaptığım işe değer verenlerin yanı sıra bir de kaprisliler olurdu. Diktiklerime burun kıvıranlar, kusur bulup aşağılamaya kalkanlar. Çoktur, kumaşlarını ellerine tutuşturup kovduğum, diktiğim eteği beğenmediğini söyleyen müşteriye kumaş parasını ödeyip terslediğim. Doğru mu yaptım? O zaman için fazla heyecanlıydım sanırım.
Yazları belediye plajı iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolu iken biz karayollarının plajında sere serpe şezlonglarımızla yayılırdık. Fiyakalı plajdı ora ve öyle herkesi almazlardı. Bize de bir ahbabımız kefil olmuştu. Yoksa nerde bizde memur… En büyük keyifti plaj. Diktiğim ince patiskalardan plaj elbiseleri; hâkim yaka girik kollular, anvelop arkada bağlananlar, truvakar kol polo yakalılar... hele o kocaman plaj çantaları. Çadır bezlerinden dikmiştim abimin ağzı açık kalmıştı. Kazanlarda bir de kaynatıp renk renk boyardım onlardı. Halam, halamın kızları, teyzelerim, hepimiz yazın rengârenk ışıldardık plajda. Sonra o espadriller, artık yok galiba, espadril, yapmıyorlar. Ne rahatlıktır yazın. Oldum olası giyememişimdir açık ayakkabı. Hayatımı kurtarırdı espadriller. Abim kumaş almaya gittiğinde İstanbul’dan getirirdi, yoktu bizim burada o zamanlar. Üzerimde yazlık elbise, ayakta espadriller bir de plaj çantam şıkır şıkır giderdim plaja.
Mehmet’i de ilk orada gördüydüm. Hatice teyze, bizim mahalleden, halası olurmuş. Çok değil bir iki kere geldi Mehmet plaja. Sessiz, fazla konuşmayan kendi halinde biri sanmıştım o zaman ta ki lisenin önünde bağıra çağıra bildiri okurken görene dek. Öyle kendinden emin öyle sinirli görünüyordu ki. Biri gelmiş, adamın adı Yanki, kim koyar ki çocuğuna böyle isim diye düşünmüştüm. Belli çok kızmış, adama demediğini komadı. “Defol, pılını pırtını topla git” diye bağırıp çağırıyordu. Bekledim konuşmasının bitmesini. Zaten çok geçmeden o da beni fark etti. Yanıma geldi, nasıl söyleyeyim, öyle gururlu baktı ki bana, farkında olmadan iyi bir şey yapmıştım galiba.
Sonraları manifaturacılar çarşısına çok sık gelir oldu. Her sabah uyanıp o gün nereden karşıma çıkacağına dair tahminler yapıp mutlu oluyordum. O bir çift koyu kahve göz mahvetmişti beni. Makara, fermuar alma bahaneleriyle habire dışarı çıkmamdan abilerim ufaktan anlamaya başlamışlardı bir şeyler olduğunu. Tek kelime edemedik aylarca. Hiç unutmuyorum üzerinde koyu lacivert beyaz da çizgileri olan merserize bir kazak vardı. Kadir Abi ile atölyenin iki sokak arkasındaki et lokantasının kaldırımındaki masada oturuyorlardı. Kadir Abi abimin liseden arkadaşı olurdu. Allah rahmet eylesin sirozdan öldü iki sene evvel. Siparişleri vermişler, bekliyorlardı. Kadir Abi beni görünce yanına çağırıp bana da bir servis açtırttı. Abimi sordu, epeydir uğrayamadığından bahsetti, babamın hastalığı, sordu da sordu ya, kim dinliyordu? Şimdi hatırladıkça, kim derdi ki Memedimle ayrı düşeceğiz.
“Gitmeliyim” dedi.
“Neden ?” dedim.
“Beni istemiyorlar” dedi. “Benimle gel” diye sordu.
Cevap veremedim.
“Az değil nerdeyse iki yılımız geçti birlikte” dedi.
Cevap veremedim.
“Ben gidiyorum” dedi.
Yalnızca arkasından baktım, tek kelime edemedim.
İki ay sonra bir Perşembe gecesi Hatice Teyze geldi bize. Mutfakta bir mektup sıkıştırdı entarimin cebine. Okuyamadım. Bir ay yanımda taşıdım mektubu da tek bir kelime bile okumadım. Okuduğumda ise çok memnun olmuştum onun için, keyfi yerinde idi. Çalışmalarına artık orada devam ediyormuş. Halimi hatırımı soruyor yazmam için ısrar ediyordu. İstediği birkaç kitap vardı sipariş vermişti bana, alıp mektupla birlikte ona yollayacaktım. Fransa’da çok okunan bir Türk yazardan bahsediyordu. Ta Fransızlar okuyor bu adamı, kim ola ki dedim. Ertesi gündü gidip kitapçıdan istediği kitabı aldım. Hem de iki tane, biri ona, biri bana. İlk okuduğum kitaptır İnce Memed. Amcam yanında çalışmamı isteyince ilkokuldan aldılardı beni. Allah’tan ilkokul diplomamı aldıydım. Ama kısmet değilmiş üniversiteleri görmek. Abimle mal almaya gittiğimiz İstanbul’da gördüydüm o heybetli okulu da içim gittiydi. Bak şimdi sen okuyorsun Beyazıt’ta.
Yavrum ne sormuştun sen bana?
“Kaç yaşındasın demiştim anneanne.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder