Eskidendi -4-

Ahmet TAŞKENT

Beni kapıda karşılayan Erkan'a "beni köpekler kovaladı" dedim. Her zamanki klâsik kahkasını atarak zaten yıpranmış olan sinirlerime bir darbe daha indirdi. Başkası gülse bu kadar koymayabilirdi ama Erkan gülünce işin rengi değişiyordu. Normal bir insan başına kötü bir şey gelmesini istemezken, ben başıma gelen kötü şeylerin Erkan tarafından bilinmesini istemiyordum. Fazla şey istemiyordum, büyük tutkularım yoktu.

Erkan'a bir iki küfür ettikten sonra biraları dolaba koymak için mutfağa yöneldim. Dolap tıka basa doluydu, eğilip alttaki raflara biraları sıkıştırmaya başladım. Son şişeyi de bir boşluğa istifledikten sonra dolabın kapağını kapattım ve arkama dönmemle dibimde sessiz bir şekilde duran Uygar'ı görmem bir oldu. Uzun süren köpek gerginliğinin ardından sinirlerim boşalmış olacak, aklım yerinden çıkacak gibi oldu.

Bir yandan kalbimi tutarak "abi öyle yanaşılır mı arkadan, ödüm çıktı" dedim. Hafif gülümsedi, "ödü çıkmak ne lan yok öyle bir şey, patlamıştır" dedi. Sonra konuşmama fırsat vermeden aralıksız sorularına başladı. "Oğlum telefonda ne dediğimi neden anlamıyorsun sen? Hiç saniye yazmadan telefonu kapatmaya çalışıyorum, bana uzun uzun Zeki Müren Türkçesiyle 'sanırım anlamadım, sanırım şöyle oldu, korkarım böyle oldu' falan diyorsun. Akşam kaçta diye soruyordum" dedi. "Ne bileyim abi anlamadım, anlasam cevap verirdim" dedim. "Neyse zaten senden sonra İbrahim'i aradım o söyledi" dedi, uzandı dolaptan bir bira aldı, "hâlâ sıfır saniye yapamadık, sıfırla bir saniye arasında gidip geliyoruz, eninde sonunda olacak ama" diyerek mutfaktan çıktı. Telefon şebekesine karşı ciddi ciddi hırs besliyordu. Kendi kendime "manyak mıdır nedir" diye söylenerek bir bira da ben aldım ve salona geçtim.

Salondaki manzara hiç iç açıcı değildi. Benle beraber toplamda 7 tane adam, kiminin üstü çıplak, kiminde atlet var, kimi sadece boxerla ortalıkta geziyordu. Birazdan mızraklarımızı alıp ava çıkacakmışız gibi bir hava vardı ortamda. Ellerde bira şişeleri, kiminin önünde rakı kadehi. Ve en kötüsü de, dizlerinin üstüne çökmüş, önündeki tepside çiğ köfte yoğuran bir Emir Budak...

"Ahmet'çim hoş gelmişsen" diye karşıladı beni çiğköfte üstadı. Hangi kıstaslar göre Diyarbakır şivesine geçiyordu yıllardır çözememiştim. Kendisini herhangi bir kızın karşısında gören soyunun saraya dayandığını ve tam bir İstanbul beyefendisi olduğunu sanardı. Ama yanımızda tam bir aşiret mensubu gibi davranıyordu. "Hoş bulduk" dedim, kaşlarıyla yanında duran bezi gösterdi. Bezi yerden aldım ve terini silmeye başladım. Bu sonu istememiştim, ama şartlar beni buraya kadar getirmişti. Belki de o cuma gecesi destansı bir aşkın ilk adımlarını atarak, o an sevdiğim kızın kulağına onu ne kadar sevdiğimi fısıldayacakken, ben orada Emir'in yanına çimmiş terini siliyordum. "Vallaha ellerim yağlıdır, şu atletimi çıkarsana gurban" demesiyle titreyerek kendime geldim. "Abi vallahi midem kalktı" diyip kaçtım yanından.

Emir'den kaçmaya çalışırken yanlışlıkla yerde yatan birinin üstüne bastım. "Aaaaghhyavaşbe!" diye bir ses geldi. Baktım, yerde yatan İbrahim'di. "Niye yerde yatıyorsun oğlum?" soruma, "serinserinyerdahaserin" diye cevap verdi. Bir elinde büyük ihtimalle Erkan'ın annesi Kadriye Teyze'ye ait olan ve üzerinde ejderha motifleri bulunan bir yelpaze, diğer elinde ise kendi aldığı çok belli olan pringles vardı. Öyle bir sarılmıştı ki pringles'a, anne yeni doğan bebeğine öyle sarılmazdı. Oturdum, diziler üzerine mini bir sohbet gerçekleştirdik. "Yeni dizi var mı?" diye sordum, "çokgzel bitanevar amasensevmssin, gay var" dedi. Sonra da homofobik olduğumu söyleyerek homofobiklerin aslında gizli gay olabileceğinden bahsetti. Ayağımın topuğuyla omzuna vurdum. Yine "aaaghhyavaşbe" dedi. Onu ilişkimize başladığımız yerde, aynı sözcüklerle bırakarak müziğe müdahale etmeye Cem'in yanına gittim.

Cem her zamanki gibi kendi zevklerine göre bir liste oluşturmuştu. Listeye kendi istediğim şarkıları koymak için Cem'le kavga ederken, Çağdaş yanımıza geldi, telefonları topluyordu. Hardkor içilen bir gecede telefonları toplamak sonra da kendinin olmayan telefonları evde bir yere saklamak artık bir ritüel halini almıştı. Aksi takdirde sarhoş olununca aranan ya da mesaj atılan hoşlanılan kızla, geri dönüşü olmayan bir yola giriliyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde çıkan kavgaların, telefonunu geri istemelerin sonunun gelmeyeceği bilindiği halde böyle bir yola başvurmak durumunda kalınmıştı.

Duman, Zeki Müren, Ahmet Kaya, Sezen Aksu ve Levent Yüksel'in listenin başını çektiği şarkı listesinde, Kazancı Bedih'in Nemrudun Kızı adlı eseriyle listemize giriş yapabildiğini de göz önüne alırsak, dışarıdan bize bakan bir çift yabancı gözün neyin peşinde olduğumuzu anlamakta güçlük çekebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hiçbirimiz değişmedik. Üstadın da buyurduğu gibi; 'İnsanlar değişmez.' Ama bazen biraz da olsa değişerek, normalde yapmayacağı bazı şeyleri istemeden de olsa yapmak durumunda kalabilirler.

Buradan yola çıkarak, şiirden gram anlamayan ben; sırdaş Erkan'ım, canım İbrahim'im, bir garip Uygar'ım, en adam Çağdaş'ım, çocuksu Cem'im, küçük dev adam Emir'im ve çok özlediğim Kayhan'ım için bu riski göze alıyorum ve bir Murathan Mungan şiirinden kesitle huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Sağlıcakla kalın.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden...

(son)

Eskidendi -3-

Ahmet TAŞKENT

Annesiyle alışverişe gideceğini söyleyen Emir'i iki kızla gezerken suçüstü yakalamıştım. Bir yandan ona görünmemeye çalışarak ışıklardan karşıya geçtim. Hüseyin abiye selam verdim ve kendisinden iki karışık simit hazırlamasını istedim.

Hüseyin abi simitleri hazırlarken Emir'in neden bu kadar şahsiyetsiz bir insan olduğu hakkında düşünmek için bol bol
vaktim oldu. Neden yalan söylediğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Belki kızlarla buluşacağını söylerse ben de gelmeye çalışırım diye düşünmüş olabilir diye geçirdim aklımdan. Ama öyle bir tarzım yoktu. Hayatımı yalnızca iki şeye endekslemiş durumdaydım ve beni tanıyan dostlarımın da bunun farkında olduğunu biliyordum. Birincisi futbol, ikincisi ise ergenliğin gerektirdiği ölçüde harcadığım enerjiyi yeniden kazanabilmek adına yiyebildiğim kadar yemek yiyebilmekti. Sonuçta 5 dakikalık tenefüste 4. kattaki sınıftan üşenmeden bahçeye inip orta-kafa-gol oynadığımız zamanlardı. Zor bir dönemden geçiyorduk.

Simitleri aldım, eve doğru yolu çekmeye koyuldum. Yemek işini halletmenin verdiği gönül rahatlığı ve eve gidince güzel bir çay demlemenin hayaliyle ağır ağır eve doğru seyirtirken telefonum çaldı. Arayan Uygar'dı. Telefonu açtım, alo dememe fırsat bırakmadan "akşmkaç" dedi. Afalladım, tam "anlamadım abi?" diyecekken telefon suratıma kapandı. Geri aradım, telefon açılır açılmaz Uygar bu defa "kşamkaçta" dedi. "Abi hatta sorun var galiba..." derken telefon tekrar suratıma kapandı. Israrcı olmadım, nasıl olsa akşam görüşürüz dedim, tekrar aramadım. Uygar da aramadı.

Evde simidimi yiyip çayımı içerken bir yandan Süper Baba'nın tekrarını seyrettim, anıra anıra Fiko ve Nihat arasındaki ilişkiye güldüm. Çocukluk kahramanlarım Lorel ve Hardy'den daha iyi olduklarına kanaat getirmek üzere olduğum zamanlardı. Ayrıca Fiko ve Nihat'ın arkadaşlarımız arasındaki karşılığı tam olarak Emir ve Cem'di. Bu benzerlik bambaşka bir yazının konusu olduğu için şimdi burada kestirip atmak istemiyorum.

Artık klasikleşen okul sonrası simit-süper baba-uyku üçgeninden sıyrılıp gözlerimi açtığımda saat 9'a geliyordu. 8'de Erkanlar'da buluşacaktık, geç kalmıştım. Giyinip evden çıktım.

Yolda bir şey istiyor musunuz diye sormak için Erkan'ı aradım. Yanındakilere sordu, 15 tane bira istedi. Bir insan 8'de buluşarak içmeye başlayıp saat 9'da nasıl biraya ihtiyaç duyar? Ve neden 15 tane? Veya kendi kendime "şimdilik 6 tane alayım, sonra çıkar tekrar alırız" diyecek kudretteyken bugün nasıl 3 birayla kafam çok iyi oluyor? Bu soruların cevabı yok.

Evimin etrafındaki köpeklere yakalanmamanın verdiği rahatlama hissi ve Erkanlar'ın oradaki köpeklere ebelenme ihtimalinin verdiği tedirginlikle Erkanlar'ın sokağının başındaki tekelden 20 bira+sigara+çerez alıp tüm varımı yoğumu orada bırakarak yoluma devam ettim.

Eve yaklaşık 100 metre kalmıştı ki arkamdan pati sesleri gelmeye başladı. Sesler gitgide yaklaşıyordu. 2 elimde ağır siyah poşetler vardı ve dönüp arkaya bakmaya ölesiye korkuyordum. Zira Erkanlar'ın sokağındaki köpekler hâlden, durdan anlamıyorlardı. Köpeğin biraz aklı olsa, üstünlüğünü kabul ettiğimi ispatlarcasına, saygı nişanesi olarak beni ısırmaması karşılığında yere çömelerek pati bile verebilirdim ama köpekler doyumsuzdu ve ısırmaya programlanmışlardı.

Adımlarımı sıklaştırdım, ancak seslerden anladığım kadarıyla patiler 4'ken 8, 8'ken 16 oldu. Artık ne olacaksa olsun diyip arkamı döndüm. Ve tam olarak evle benim aramdaki mesafe kadar uzaklıkta bana doğru koşan 3 köpek gördüm. Köpeklerden biri gaddarlığıyla nam salmış, yıllardır dillere pelesenk olarak artık destanlaşmış, Erkan'ın da beni kendisi hakkında ısrarla defalarca uyardığı iri bej köpekti. 10 tane köpek saldırsaydı ve parçalasaydı beni, ama o bej köpek olmasaydı... Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Çaresizce etrafıma bakındım, acaba başkasına mı koşuyorlar diye ama sokak ıssızdı ve bir tek ben vardım.

Yıllarca "aslında üzerine doğru koşan köpeğin doğru bir zamanlamayla ağzının ortasına tekme atsan olur" diye düşünen ben, o an anladım ki öyle bir şey yokmuş. Yere düşerken nasıl ellerimizi uzatarak kendimizi korumaya çalışıyorsak, üstüne son sürat koşan köpeği görünce insan kaçıyormuş.

Koşmaya başladım. Köpeklerin fazladan 2 ayağının haneme eksi puan olarak yazılması yetmiyormuş gibi ellerimde ağır torbalar vardı. Orada o gün kaçarken şunu da anladım ki, insan ellerini sallayarak koşamıyorsa dışarıya çok komik bir görüntü sunmuş oluyor. Kollar, gövde ve kalçalar sabit, sadece ayaklar hareket ediyor. Gerçekten çok kötü bir görüntü.

Bir yandan kendime acıyarak ve üzülerek korkuyla koşarken, apartmana vardıktan sonra kapının açılma süresinin bana yetip yetmeyeceğini kafamda tartmak için arkama dönüp bir daha baktım. Köpekler farkı kapatıyordu, en önde de o lânet bej köpek vardı. Bir canlının en sevdiği varlığı elinden alsam, arkamdan böyle canhıraş koşmazdı. Köpeklerin niyetini gerçekten anlamakta güçlük çekiyordum.

Tüm bunları aklımdan geçirirken kapıya çok yaklaşmıştım ve işler yolunda gitmiyordu. Böylesine bir riski göze alamazdım. Ve elimde torbalarla Erkanlar'ın evinin önünden transit bir şekilde hızla koşarak geçtim...Bugün bile düşününce tek avuntum, o sırada bizimkilerden birinin beni görmemesi oldu. Kafada canlandırmak bile insanı ürpertiyor. Arkadaşlarınla birlikte içiyorsun, bir ara hava almaya balkona çıkıyorsun ve bir sigara yakıyorsun. Aşağıya doğru kafanı bir uzatıyorsun ki bir arkadaşın, iki elinde siyah poşetler ve peşinde köpeklerle koşarak evin önünden geçiyor...

Benim adıma çok üzücü bir durum.

Evin önünden koşarak geçtim, karşıma çıkan dörtyolda duraksamadan karşıdaki sokağa daldım. Son çırpınışlarımı veriyordum ki arkamdan gelen pati sesleri kesildi. Dönüp arkama baktım, 3 köpek de yolun karşısında durmuş bana bakıyorlardı. Yüzüklerin Efendisi'nde Liv Tyler'ın nehri geçmesinin ardından kralların nehrin diğer tarafında kalıp geçememeleri gibi bir sahne yaşandı. Anladım ki tek dertleri o sokaktan geçmemmiş. O güne kadar birçok kez istenmediğim yerde istemeden de olsa bulunduğum olmuştu ama hiç bu kadar istenmediğimi hatırlamıyordum.

Üç köpek, özellikle bej köpek yolun diğer tarafından 10 dakika boyunca bana baktı. Ben sürekli gözlerimi kaçırdım. "Sıkıntı verdiysem özür dilerim, sizinle ters düşmek istemem" bakışları fırlattım ara ara. Bu tıkanıklıktan köpekler de sıkılmış olacak ki, gittiler.

Zili çaldım, apartman kapısı açıldı. Henüz asansördeyken evden acı Ahmet Kaya nağmeleri gelmeye başladı.

Gece daha yeni başlıyordu.

(tu bi kontinyud)

Hamam

Sedef KALKAVAN

Bildiğiniz buzlu camları olan demir bir kapısı vardı. Ağır, demir kapı. Hani su sıkıştı mı parmak götüren, kan oturtanlardan. Üstelik siyah, zifiri siyah. Kopmuş kilit zincirinin yerine naylon bir çamaşır ipi idareten bağlanmıştı. Bir açılıp bir kapanan koca bir kapı… Üstelik minik bir kıza korku salan bir kapı..

Üç basamak ile iniliyordu antreye. Bu yüksek tavanlı, geniş antrede insan kendini gününden düşmüş bakımsız bir köşkün salonunda kim bilir hangi hızda 360 derece dönerken düşünmeli. Derin bir nefes almalı, olabildiği kadar dik durmalı ve tavandaki Hoca Ali Rıza Efendi taklidi Boğaz tasvirini ve duvardaki çinileri doya doya seyredebilmeli, ister hamam öncesi, ister hamam sonrası.

Antreyi her iki tarafından yarım ay şeklinde saran merdivenler, kabinler hepsi ahşaptı ya kararmıştı artık. Asma kattaki kabinler alttakilere nazaran daha basıktı. Basit bir görüntü düşünün; her birinde, tavandan sarkan çıplak bir ampul, iki adımlık bir alan, duvar dibinde minik bir sedir ve kapı arkasında üç çengel ki giyisi asılabilsin, ha bir de insanı iten sorgu odası soğukluğu.

Asma kat kabinlerden sebep dardı. Ama yine de Çiğdem o hilalde dört dönerdi aksama kadar. Trabzanlardan sarkan havluları çekiştirir, kimini aşağı atar, bir sağ bir sol onca ikaza rağmen koşardı. Oturur, trabzanın aralıklarından bacakları aşağı sarkıtır İnci’ye laf atar, kızdırırdı.

İnci ise abla edalarından taviz vermeksizin gün boyu Çiğdem’e ültimatomlar verip her hareketini takip eder, tüm oyunlarına da burnunu sokardı. Hemen giriş kapısının solunda, kasanın da tam karşısında ufak bir masada sabun satıyordu. Kalıpların önünde “BANYO SABUNU – 25 Lira / ZEYTİNYAĞLI SABUN – 30 Lira / YEŞİL SABUN -30 Lira” yazan koca bir kağıt vardı. Kalıpların biraz gerisindeki mavi metal Nivea kutusu ağzına kadar bozuk para doluydu. İnci ciddi çalışır, aldığı bozuklukları sayar, para üstlerine özen gösterirdi. Matematiği nasıl iyi bildiğini göstermeye can atan küçük ama büyüdüm havalarında 9 yaşında bir kızdı işte. Hepimizin bir dönem giydiği lacivert daracık bir blue jean vardı üzerinde paçaları kıvrılmış, yüksek bel. Bir de beyaz polo yaka bir t-shirt.

Altta kabinlerin hemen bitiminde duvara monte raflarda beyaz banyo havluları, peştamallar, keseler, maşrapalar duruyordu. Rafların altında da yerde takunyalar ve terlikler vardı ya hepsi aynı numaraydı. Duvarlar burada bitiyor, asma katın altından büyük bir kapıyla havalandırmaya giriliyordu. Havalandırma denilen bölüm karanlık küçük bir yerdi. Ayak yıkamak için olsa gerek yere yakın bir musluğu vardı ve ikinci bir kapıyla hamama açılıyordu.

Ve hamam. Kalın, ağır kapısını açmak güç isterdi. Havalandırmanın izbe, karanlık havasından hamama geçiş bir aydınlanmaydı. Işıl ışıl su zerrecikleri içinde damarlı beyaz mermerler, kimi taşan kurnalar, o şatafatlı musluk başları. İşte Osmanlı diyordu insan. İşte banyo kültürü. Kubbe seklindeki tavanda göbek göbek camlar, camlarda gökyüzü, aydınlık. Kubbenin tam orta yerindekinde ise renkli parçalar, göbek taşının üzerinde allar morlar pembeler. Bunca aydınlık, buhar, duman içersisinde renkli ışık süzmeleri kulakta buruk bir kanun taksimi bırakıyordu.

Havalandırmanın dev kapısı çarptı ve Çigdem koşar adım soluğu İnci’nin yanında aldı. Minik göğsü hızla inip kalkıyordu. Gözlerini iyice açmış pür telaş;

- “ İnci, Fatma Teyze ciciklerimi yiyecekmiş” dedi. Sesi bir kız çocuğu için fazla kalındı ve derinden geliyordu. Hatta biraz dikkat ile arkadaki hırıltı fark edilebilirdi.
10’luk ve 25’likleri dizen İnci oturduğu yerde sağ kolunu kaldırdı ve Çiğdem'i kolunun altına aldı. Başını İnci’nin göğsüne gömen Çiğdem hala sık soluklar alıyordu.
- “ Gel, ne kadar paramız var, sayalım biz”
- “ Hı hı …. Ama ben de sayıcam ”
- “ Sayıcaksın.”

Onlar saymaya başladığında biz biraz yükselip tavandan seyredelim. Bir de güzel bir müzik…. Neşeli bir Italyan operası mesela Sevil Berberi? Telaşla başlarken müzik içeri buradan görüldüğü kadarıyla küçük kafalı tıknaz bir kadınla, iki yandan örgülü, saç ayrım çizgisi düzgün, minik bir kız girsin içeri. Hamamdan yanakları al al, akça pakça üç kadın çıksın takunyalarını takırdatarak. Gürbüz Neriman elinde meşrubat kasasıyla içeri girsin. Şişeler yere koyulurken iyi de bir şıkırdasın. Birileri gelsin birileri çıksın, müzik hızlansın soluklansın, keseci kadınlar toplanıp dedikodu yapsınlar tabure üzerinde, sarkmış koca memeleri dizlerine inmişken. Çay demlensin koca bir tepside servis yapılsın. Ortaya koca kulaklıda bir menemen gelsin birkaç ekmekle silinsin süprülsün. Çigdem antrede dört dönsün. Sonra yine birileri gelsin gitsin müzik birden bitiversin. Hava hafiften kararıp el ayak çekilmeye başlasın. Şükran Hn. son ışıkları kapatıp kapıyı kilitlesin.

Biz de artık aşağı inelim. Tam antrenin ortasına. Kuruyan havluları katlayıp raflarına koyalım. Takunyaları dizelim. Tek tek damlayan muslukları kapatalım. Göbek taşının üzerinde bağdaş kurup gecenin kör aydınlığında ağır rutubete rağmen derin derin nefes alalım.

...

Şişli'de e öyle pek şık sayılmayacak bir apartman dairesinin ebeveyn yatak odasında panjurun kırık aralıklarından Şükran Hanım’ın yatağına düşüyor gün ışığı sakin uçusan tozları göstererek. Solunda iki kızı Şükran Hanım sıkışmış yatakta. Eşinden ayrıldı ayrılalı çoktur böyle birlikte yatmaları. İlk hep Çiğdem uyanır. Kıpır kıpır, dirlik vermez kimseye, e eli mahkum uyanıp giyinilir, erkenden çıkılır. Kahvaltı illa ki hamamda yapılır anneanne ile cümbür cemaat.
Sabah 8. Neriman elinde hortum, ön taşlığı akıtıyor. Basmasının etek uçlarını sıkıştırmış iç eteğine ki ıslanmasın, ayağında lastik terlikler, elindeki çalı süpürgesini o kadar hünerli salıyor ki o harekete hayran kalmamak elde değil. Üstelik süpürülen yerde zerre pislik bırakmadan.

Kızlarla Şükran Hanım giriyor bahçeye. Neriman hortumu kıvırıyor musluk başında, kızlar eteklerinde koşuşturuyor. Koca tepside çaylar, kahvaltı masası.

9’a dogru Fatma Hanım ile diğer keseci iki kadın geliyor. Bir erken düsenler vardır hamama, 12 olmadan yanaklar al al başlarda eşarp çıkarlar, bir de evi toplayıp öğle sonrası gelenler. Ama asıl yoğunluk sabahtandır. Hele cumartesileri öyle kalabalık olur ki boş kabin kalmaz kimi günler. Artık pek de öyle hamama giden yok bu devirde ya bu hamamın nerede olduğuyla da ilgili. Mesela lüks bir semtte ise doğru, pek giden olmaz. Ama böyle orta gelirli bir semtin mahalle arasında ise kadınlar hem kendileri gelirler on beş'te bir, hem de kocalarını gönderirler. E erkekler pek de beceremezler pir pak yıkanmayı ya anca hamam paklar onları.

Sarınmışsınız havluya saçlarınız eğreti bir topuz bekliyorsunuz antrede. Elinizde tas, tasın içinde koca bir kalıp sabun. Havalandırmanın ağır kapısının ardından hamamda yankılanan sesler, sabundan gözü yanan çocuk çığlıkları geliyor.

Kadın kendi gibidir hamamda. Gündelik hayatta kadın erkek ayrımı yapmaksızın bakarız insana, fark edemeyiz kadının dişiliğini. Nasıl? Bir kadın temizdir, bakımlıdır kendince, bir oturuşu, bir duruşu, bir havası vardır mesela. Öyle farklıdır ki hepsi birbirinden. Kimi peştemallidir, kimi yalnızca çamaşırıyla girer. Bir de fütursuz olup anadan üryan yıkananlar vardır rahat, gamsız. Bunlar genelde menopoza yeni girmiş ya da girmek üzere olan elliliklerdir. Yaşlıların memeleri neredeyse dizlerinde, avuçlayıp toparlarlar zırt pırt. Ergenler utangaçtır zaten genelde onlar peştemalli girerler. Genç anneler çamaşırlıdırlar. İki dizlerinin arasına kıstırıp çocukları, kurnanın yanında önce onları yıkar sonra kendileri yıkanırlar. En illeti kurnanın yanına oturup etrafi kesen kadınlardır. Bilinçsizce, bir biri ardına tasla su dökünür, bu arada etraftaki muhabbetleri dinlerler. Keyfe düşkün bir iki kokana da düşer arada. Yatar boylu boyunca göbek taşına, keseci kadınlara önce bir keseletir kendini ardından sabunlanıp demlenir bir müddet. Onca buhar, rutubet kokusu, yankılanan bu bir kıyamet ses arasında kaybolur insan.

- “Ah canım ne tatlı şeysin sen. Kaç yaşındasın bakim?”
Çiğdem kafasını yine İnci’nin göğsüne gömmüş, sağ kolu uzatıp tombul, yumruk kısımları gamzeli üç parmağını büyük bir çabayla havada tutuyordu.

Kadın iki üç içten kahkahadan sonra asma kata çıkıp kabine girdi.
Tombul Neriman elinde yer kovası mutfaktan çıktı;

- “Abla yeni sildim. Girilmesin biraz. Kurusun.”
- “Sonra bi çay demliyelim ama bak öğle yanaşıyor acıkmıştır benimkiler” der Şükran Hn.
- “ Tamam abla”
- “ Çiğdem, çiçeğim, acıktın mı bi tanem ha?”

Çiğdem yanaklarda tebessüm koşar annesine. Kasanın yanındaki tabureye oturur;

- “Bugün de girim anne nolur?”
- “Olmaz çiçeğim, her gün banyo mu olur? Sonra bak gördün ellerin nasıl buruşuyor, yaşlanıyorsun. İster misin erkenden yaşlanmak?”
- “O yaşlanmaktan olmuyor. Bir kere ben de uzun kalmıştım. Ondan sonra, ellerim benim de buruşmuştu. Ondan sonra çıkmıştım banyodan. Ondan sonra düzelmişti, yaşlanmamıştım ki.” diye atlar İnci bilmis bilmis.

E tabi Çiğdem bozulmuştur. Annesi banyo yapmasın diye ne numaralar çeviriyordur. Şu İnci de olmasa iyice uyutacaklardır onu. Taburesinden kalkar sakin adımlarla İnci’nin yanına döner.

Ögle sonrası Çiğdem gözlerini ovuşturarak iner asma kattan. Belli ki yemeğin peşine kıvrılmış bir köşeciğe. Avlu boştur. Annesi kasada telefonla konuşuyordur. Havalandırmanın kapısı yavaş yavaş açılır. Önce bir grup buhar çıkar dışarı firsatını bulmuşken sıvışmak için, ardından peştemalli ve üzeri kanlar içinde genç bir kadın. Antrenin orta yerinde sessiz sedasız ağlamaya başlar. Kanlı elleri yelpaze olmus dudaklarını örter. Önce Çiğdem fark eder kadını, korkar tabi. Yanına gitmesiyle hamamdan çığlıklar yükselir. Çiğdem havalandırmadan koşar adım hamama girer. Onca bedenin arasından başını uzatır. Üç yaşındaki bu gözler donar. Geri çekilir havalandırmaya döner ve oturur o alçak musluğun biraz yanındaki izbeliğe, kulaklarını kapatır.

Ne kadar zamanda bu kadar kan boşanır ki bir insandan? Böyle bir durumda ne kadar sürer saçmalamamız? Ne kadar sürede aklımız başına gelir harekete geçeriz? 9 yaşındaki küçücük bir kızda kaç litre kan olabilir ki?

Pek de lüzumu yok ya anlatalım. Çığlıklar birbiri ardına patlarken Şükran Hn. ambulans çağırmayı akıl eder. Sonrası malum, sedye, kargaşa, koşuşturmaca. Neriman elindeki hortumun bir ucunu takmış musluklardan birine kanları akıtıyor. Göbek taşından, yerlerden kayan kanlar su yolu boyunca dört dönüp tüm hamami, atıyor kendini dışarı.

Bu kan kokusu çıkmak bilmedi aylarca. Sanki burnumuza sinmişti. Bakıyorum da şimdi, bu hamamda seneler sonra hala alabiliyorum o kokuyu. İlk günki gibi canımı acıtabiliyor hala. Oysaki ufacıktım. Anneannemin koynunda yatmıştım günlerce, korkutuyordu annem. Bu küf dolu duvardaki harabe aynadan bakan güderi ceketli, saçları yapılı bu kadın kim? Elli yaşıma girdim bugün. Dogum günü kutlamak için tuhaf bir mekan degil mi? Oysa ki hala işitebiliyorum İnci’nin sesini. Buraya gelene kadar hafızamda hep o kanlar içinde, son gördüğüm hali kalmıştı. Şimdi İnci masasında oturuyor, gözleri canlı.

Hala çınlıyor sesi bu eski hamamda.
- “Çiğdem bak anneme söylerim!”
- “Çigdem koşma şu asma katta!”
- “Çiğdem bak yine paralarımı düşürmüşsün yere!”

Çigdem çok sevdi seni inci…

Eskidendi -2-

Ahmet TAŞKENT

Okul çıkışında her zaman olduğu gibi panoların önündeki yerimi aldım. Okul çıkışında insanların (ne işe yarayacaksa) okulun garaj kapısından çıkan servislerin içindeki hoşlandıkları kızları son bir kez kestikleri yerdi panoların önü...

İlkokuldaki 'dansa davet' oyununu andıran bir ortam vardı. Aklıma o oyunda kızların suratımda patlattığı tabanlar geldi. Altı üstü ellerini yukarıda birleştiren arkadaşlarımızın eğilerek önlerinden geçecektik. Sanki evlenme teklifi ettim. Bu kadar büyütülecek olay nedir yani? Tahmin ediyorum ki sebebi büyük ihtimalle bugün bile büyük denilerek dalga geçilen kafamın ilkokul zamanlarında da aynı boyutta olmasıydı. Yıllar geçtikçe vücudum gelişmiş ve büyümüş, kafamsa sabit kalmıştı. İnsan anatomisi bu defa güldürmemişti.

Tüm bir günü, tenefüslerde bile abaza gibi büyük sahaya inerek orta-kafa-gol oynayarak geçiren bir topluluğun aşk hayatını okul bitiminde o hoşlanılan kıza 3 saniyelik bakma eylemine sıkıştırması oldukça düşündürücü.

Panoların önünde etrafa bakınırken gözüme Kayhan ilişti. Herkes sırtını panolara vermiş kesecekleri kızı beklerken, kendisinin suratı panoya dönüktü ve ciddi ciddi panodaki reklamı okuyordu. Gördüğüm manzaraya bir anlam yüklemeye çalışırken yolun karşısından Uygar seslendi, döndüm baktım. Elleriyle birtakım işaretler yaptı anlamadım. Bir tek en son yaptığı baş parmağını ağzına iki üç kez götürüp kafasını arkaya atmasına kafamla onay verdim. Birkaç hareket daha yaptı onları da anlamadım, sinirlendi. Elini isyan eder şekilde havaya kaldırıp gitti.

Agresif bir insandı Uygar, bunu birkaç kez tecrübe de etmiştim. Gerek Kadıköy'e her gelişimde patsos yeme sözü verdiğimde bu işin takipçisi olacağını söylediği andaki kararlılığı, gerekse de iki fırt daha alınabilecek sigarayı söndürdüğümde bana verdiği ültimatom aklımdan çıkmıyordu. Tekin biri değildi. Her an ağzımın ortasına vuracakmış gibi bir hali vardı.

Ortalıkta mal gibi beklerken Emir geldi. Akşam Erkan'a içmeye gidene kadar birlikte takılmayı teklif ettim. Annesiyle karfur'a gideceğini ve aramıza ancak akşam katılabileceğini söyledi. "Peki" dedim ve Sakız'da sandviç abanan Çağdaş ve Erkan'ın yanına gittim. Bir kaşar-salamlı ekmek söyledim, elinde ciğerli-amerikan salatalı-ketçaplı-mayonezli ekmek yiyen Erkan benle alay etti.

Erkan'ın enteresan bir iç dünyası vardı. Ona doğru gelmeyen ya da kendi yaptığı tercihlerin dışında tercih yapan insanlarla içgüdüsel olarak alay ediyordu. Kaşar-salamı savunsam bana ciğerin çok daha pahalı-çok daha lezzetli bir şey olduğundan, ikimizin yediğimiz şeylere neredeyse aynı parayı verdiğimizden ve dolaylı yoldan benim kazıklandığımdan, bununla da yetinmeyip amerikan salatasını sevmeyenin aklından şüphe edeceğinden falan bahsedebilirdi. O yüzden cevap vermeyerek susmayı tercih ettim.

Sandviçleri yerken bir süre Yılmaz'la basketbolun ne menem bir spor olduğundan bahsettik. Benim 10 kişinin o kadar küçük bir sahada herhangi bir spor dalını icra edemeyeceği hakkındaki sözlerimi Yılmaz basketbol topunun çok büyük olduğunu, o kadar büyük topla oynanamayacağını söyleyerek destekledi. Hatta lafı basketbolda abanmanın olmamasını çok saçma bulmasına kadar getirdi. Konuştuklarımızı dışarıdan biri duysa eskiden bizi bir grup adamın kaçırıp, zorla Abdi İpekçi'ye götürerek istenmeyen şeyler yaşattırdıklarını zannedebilirdi. Nedenini bilmiyorum, o derece kin güdüyorduk basketbola.

Biz basketbola yardırırken İbrahim geldi yanımıza, "oouubaklımneyiyoruz" diyerek ekmeğimden o kadar büyük bir ısırık aldı ki resmen canım acıdı. Ecdadıma sövse daha iyiydi. Bu yaptığı yetmezmiş gibi "bunebe sadcekaşarmıbu" diyerek aşağıladı. Erkan güldü, "s.ktrin lan" dedim ben de.

Eve gidip üstümü başımı değiştireceğimi ve akşam nasılsa Erkanlar'da görüşeceğimizi söyleyerek yanlarından ayrıldım ve dolmuşa binmek üzere Bahariye tarafına doğru yola koyuldum. Kilisenin önünden geçerken gözüme tezgahtaki cd'lere bakan Cem takıldı. Adımlarımı hızlandırarak arkasından ona sert bir şekilde çarptım. Unutmayın ki ergen olmak bunu gerektirir. "Laan" diyip bana doğru döndü. Gel akşam için mp3 bakıyorum dedi. Elinde duran seçtiği cdlere baktım, "Ahmet Kaya Resitaller 1", "Ahmet Kaya Resitaller 2" ve "Ahmet Kaya Resitaller 3" vardı. 'Bu ne acı bir tarz' diye düşündüm, cdlerden birinde 'bahtiyar' olup olmadığını kontrol ettikten sonra kendisinden müsade isteyerek tekrar yola koyuldum.

Dolmuştan Erenköy sapağında indim, yine her ergenin yaptığı gibi ışığın yanmasını beklemeden arabaların arasından koşarak sahilyolundan caddeye doğru uzanan yolu çekmeye başladım.

Caddedeki ışıklarda karşıdan karşıya geçerken Emir iki kızla beraber yanımdan geçti.

(tu bi kontinyud)

Memed

Sedef KALKAVAN

Kaç yaşında mıyım? Kaç oldum sahi? Hem ne fark eder ki? Gözlerimi kapadığımda unutabilecek miyim, kim olduğumu, bu kırış kırış gözleri, otoyol haritasına dönen titrek ellerimi? Gözlerimi kapadığımda silinecek mi tüm bu siluetler aklımdan? Peki ya anılar, yılbaşı partileri, aile yemekleri, yaka paça kavga ayırmalarım, cenazeler, küslükler, affedişler, kıyamamalar? Benim bir tanecik makaram, dikiş iğnem, yüksüğüm, senelerdir orasını burasını tamir ettirip durduğum dikiş makinem. Bu yaşa gelince mi acıtıyor bir toplu iğne insanın yüreğini.

Sabah sabah atölye yollarına düştüğümüz şehrin nemli kaldırımları. Kalıplar, mezuralar, siparişler arasında yerleri iplik ve kesik kumaş parçaları dolu atölyelerin dört duvarına sıkışan hayallerim. Sonra,… Mehmet'im. Kaç yaşındayım sahi?

Sabah annemin demli çay kokusuna uyanır banyoda sıra beklerdim yüz yıkamak, saç taramak için. Abilerimden fırsat kalırsa tarakla fırça benim olurdu aynadaki aksime çeki düzen vermek üzere. Sokaklar yeni yeni açılan kepenk sesleriyle çınlardı. Gözlerim rüzgârdan taze sulanmış, asfaltı bata çıka ilerlemeye çalışan zavallı ayakkabılarıma takılırdı. Evimizin az ilerisinde tahıl ürünleri satan toptancılar vardı. Çok sık gelirdi kamyonlar buraya. Çok da sık bozulurdu asfalt, her sene Kara Yolları’nın düzeltmesine karşın. Hele bir de kar, yağmur görmesin bu asfaltlar, minik göletlerden, ince naylon çoraplarıma çamur sıçramasın diye bale yapardım adeta da abilerim dalga geçerlerdi. Arka sokaktaki bisküvi fabrikasından gelen kokuların ardı sıra sokakta ilerler, dükkânının önünü temizleyen, mal indiren esnafla selamlaşır hanın yolunu tutardık. Ufak bir kavis yapardık abimin İstiklal eczanesinde çalışan Nebahatciğinin önünden. Nebahat az süslü değildi hani. Nebahat’in abimi görünce açılan bir iki dekolte düğmesi karınlarımıza kramplar girdirerek güldürürdü bizi. Abimin beyefendilikten taviz vermeden her sabah fırlattığı Ayhan Işık tebessümü, Nebahatciğine verdiği en değerli armağandı herhalde. Tabii sorsan abime Nebahat evlenilecek kız değildi, işte gönül eğlendirmelik, aynı filmlerdeki gibi derdi. İzlediğimiz acıklı aşk filmlerine o kadar benzetmeye başlamıştık ki hayatlarımızı her birimiz birer Filiz Akın, Türkan Şoray, Ayhan Işık oluvermiştik. Gerek kullandığımız dil, gerek hal tavırlar; o zamanlar fazla ciddiye aldığım, şimdi ise kahkahalarla güldüğüm bir dönemi anımsamak aslında zevk veriyor bana.

Küçük abimin Serpil’i vardı. Annem “Bırak şu komünisti, daha hökümetlen derdini halledememiş, zırt pırt alınır içerelere, anası babası dize getrememiş, sen mi getrecen? Gız mı yok sana uğlum, yaraşmaz o gız sana” derdi. Serpil incecik ki neredeyse kemikleri sayılacak incelikte, gür kahverengi saçları dağınık, akıllı ama fazla konuşmayan bir kızdı. Gözleri Japonlar’ınkini andırır çekiklikte birer çizgi şerit olurdu gülümseyince Abimin zoruna giderdi biraz, Serpil’in her konu da bir fikrinin olup, abimin olmaması. Ama ne kadar için için kendini yetersiz de görse, Serpil çok sayardı abimi, her konuda önce onun fikrini alır, her yeni gelişmeyi önce hemen abime anlatırdı. Yolunda gitmeyen tek şey komşu kızları evlilik hayalleri ile nakış işlerken, Serpil’in evliği düşünmüyor, konusunu dahi açtırmıyor oluşuydu abime. Anne babası ayrıldığında o kadar küçüktü ki annesi her ne kadar evde bir düzen kurmaya gayret ettiyse de Serpil hiç bilmemişti bir aile düzeni nasıl olur. Belki bu yüzdendi insanlara olan bu güvensizliği. Ama ben çok severdim Serpil’i, herhalde o da sevdi beni. Şimdi bile burnumda, Serpil’in yasemin kokusu. Cenazesini beklediğimiz gecenin sabahıydı tüm gece uğraşmamıza karşın abimi çıkaramadığımız odasında “Pek yakın değildi belki çevresindekilere. Bana bile sık söyleyemezdi sevdiğini. Hep içinde yaşardı. Ama öyle bir bakardı ki, inan tek söz etmesine gerek kalmazdı. Acaba doya doya bakabilmiş miydim gözlerine ?” demişti. Aslında şanslı sayılırdık, o dönem çok insan kayboluyordu. Şanslıydık, çünkü cesedi, bir köşede bilinmedik bir mezarda değildi. Usulünce kendi evinden çıkıyordu. Yasin’leriyle dualarıyla. Şimdi hatırladıkça, bu anıların abimde açtığı derin yaralar nasıl zamanla sarıldı da Serpil unutuldu gitti diyorum. İnsan unutulmayacağını düşünüyor hep, yerini kimsenin dolduramayacağını. Ama zamanla etrafta değişen her şey gibi sen de değişiyorsun işte. Yeri geliyor değişmez dediğin değerlerin değişiyor. Sorsan şimdi bana o gün geri gelse yine gitmez miydin Mehmet’le diye önce içli içli derin bir “of” çekerim peşine de bağıra bağıra “giderdim” derim.

Her neyse, han manifaturacılar çarşısının tam göbeğindeydi. Sağımız solumuz, manifaturacı, ilikçi, overlokçu, doluydu. Bizim han 5 katlı idi. Biz beşinci katta idik. Tabii benim çatı arasındaki minik odam da sayılınca bir buçuk kat oluyordu ya on adımlık yere ofis denirse. Beşinci katta abilerimin odaları ve atölye vardı. Kalıpçı Nazım Usta, overlokçu İrfan’la kayınbiraderi, sonra dikişçi kızlar. Abilerim mağazalara sipariş yaparlardı. Bense amcamdan öğrendiğim terzilik zanaatını özel müşteri siparişlerinde konuştururdum. Öyle böyle değil, iyi dikerdim. Basit bir etek bile diksem, bir havası olurdu. Giyen de gerine gerine bana diktirdiğini anlatırdı. O zamanlar pek bir meşhurdum. Şimdi bu titreyen ellere bakınca… belki şimdi bu haldeler ama vaktiyle çok çalıştılar, çok emek harcadılar benim için.

Hiçbir zaman çalışmaktan erinmedim. Ama öyle müşteriler geldi ki mesleğimden nefret ettiğim zamanlar olmadı değil. Yaptığım işe değer verenlerin yanı sıra bir de kaprisliler olurdu. Diktiklerime burun kıvıranlar, kusur bulup aşağılamaya kalkanlar. Çoktur, kumaşlarını ellerine tutuşturup kovduğum, diktiğim eteği beğenmediğini söyleyen müşteriye kumaş parasını ödeyip terslediğim. Doğru mu yaptım? O zaman için fazla heyecanlıydım sanırım.

Yazları belediye plajı iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolu iken biz karayollarının plajında sere serpe şezlonglarımızla yayılırdık. Fiyakalı plajdı ora ve öyle herkesi almazlardı. Bize de bir ahbabımız kefil olmuştu. Yoksa nerde bizde memur… En büyük keyifti plaj. Diktiğim ince patiskalardan plaj elbiseleri; hâkim yaka girik kollular, anvelop arkada bağlananlar, truvakar kol polo yakalılar... hele o kocaman plaj çantaları. Çadır bezlerinden dikmiştim abimin ağzı açık kalmıştı. Kazanlarda bir de kaynatıp renk renk boyardım onlardı. Halam, halamın kızları, teyzelerim, hepimiz yazın rengârenk ışıldardık plajda. Sonra o espadriller, artık yok galiba, espadril, yapmıyorlar. Ne rahatlıktır yazın. Oldum olası giyememişimdir açık ayakkabı. Hayatımı kurtarırdı espadriller. Abim kumaş almaya gittiğinde İstanbul’dan getirirdi, yoktu bizim burada o zamanlar. Üzerimde yazlık elbise, ayakta espadriller bir de plaj çantam şıkır şıkır giderdim plaja.

Mehmet’i de ilk orada gördüydüm. Hatice teyze, bizim mahalleden, halası olurmuş. Çok değil bir iki kere geldi Mehmet plaja. Sessiz, fazla konuşmayan kendi halinde biri sanmıştım o zaman ta ki lisenin önünde bağıra çağıra bildiri okurken görene dek. Öyle kendinden emin öyle sinirli görünüyordu ki. Biri gelmiş, adamın adı Yanki, kim koyar ki çocuğuna böyle isim diye düşünmüştüm. Belli çok kızmış, adama demediğini komadı. “Defol, pılını pırtını topla git” diye bağırıp çağırıyordu. Bekledim konuşmasının bitmesini. Zaten çok geçmeden o da beni fark etti. Yanıma geldi, nasıl söyleyeyim, öyle gururlu baktı ki bana, farkında olmadan iyi bir şey yapmıştım galiba.

Sonraları manifaturacılar çarşısına çok sık gelir oldu. Her sabah uyanıp o gün nereden karşıma çıkacağına dair tahminler yapıp mutlu oluyordum. O bir çift koyu kahve göz mahvetmişti beni. Makara, fermuar alma bahaneleriyle habire dışarı çıkmamdan abilerim ufaktan anlamaya başlamışlardı bir şeyler olduğunu. Tek kelime edemedik aylarca. Hiç unutmuyorum üzerinde koyu lacivert beyaz da çizgileri olan merserize bir kazak vardı. Kadir Abi ile atölyenin iki sokak arkasındaki et lokantasının kaldırımındaki masada oturuyorlardı. Kadir Abi abimin liseden arkadaşı olurdu. Allah rahmet eylesin sirozdan öldü iki sene evvel. Siparişleri vermişler, bekliyorlardı. Kadir Abi beni görünce yanına çağırıp bana da bir servis açtırttı. Abimi sordu, epeydir uğrayamadığından bahsetti, babamın hastalığı, sordu da sordu ya, kim dinliyordu? Şimdi hatırladıkça, kim derdi ki Memedimle ayrı düşeceğiz.

“Gitmeliyim” dedi.

“Neden ?” dedim.

“Beni istemiyorlar” dedi. “Benimle gel” diye sordu.

Cevap veremedim.

“Az değil nerdeyse iki yılımız geçti birlikte” dedi.

Cevap veremedim.

“Ben gidiyorum” dedi.

Yalnızca arkasından baktım, tek kelime edemedim.

İki ay sonra bir Perşembe gecesi Hatice Teyze geldi bize. Mutfakta bir mektup sıkıştırdı entarimin cebine. Okuyamadım. Bir ay yanımda taşıdım mektubu da tek bir kelime bile okumadım. Okuduğumda ise çok memnun olmuştum onun için, keyfi yerinde idi. Çalışmalarına artık orada devam ediyormuş. Halimi hatırımı soruyor yazmam için ısrar ediyordu. İstediği birkaç kitap vardı sipariş vermişti bana, alıp mektupla birlikte ona yollayacaktım. Fransa’da çok okunan bir Türk yazardan bahsediyordu. Ta Fransızlar okuyor bu adamı, kim ola ki dedim. Ertesi gündü gidip kitapçıdan istediği kitabı aldım. Hem de iki tane, biri ona, biri bana. İlk okuduğum kitaptır İnce Memed. Amcam yanında çalışmamı isteyince ilkokuldan aldılardı beni. Allah’tan ilkokul diplomamı aldıydım. Ama kısmet değilmiş üniversiteleri görmek. Abimle mal almaya gittiğimiz İstanbul’da gördüydüm o heybetli okulu da içim gittiydi. Bak şimdi sen okuyorsun Beyazıt’ta.

Yavrum ne sormuştun sen bana?

“Kaç yaşındasın demiştim anneanne.”

Eskidendi -1-

Ahmet Taşkent

"gençlimi kimse bilmez, sakallarımdan çocuk kokusu, ağzımdan ay ışığı fışkırır benim, ceketimi yağmurlara astığımdan beri tehlikeli şiir okur, dünyaya sataşırım ben."

Eski ve güzel zamanlarda Cem'imle, Uygar'ımla, Kayhan'ımla, Yılmaz'ımla, İbrahim'imle, Emir'imle, Erkan'ımla gönül yoldaşlığı
yaptığımız Ahmet Kaya'ya...

Futbol oynamanın ya da seyretmenin hayatımızın yaklaşık %90'ını işgal ettiği dönemler. İçtiğimiz herhangi bir gece, listedeki hangi Ahmet Kaya şarkısını çalmamız konusunda danıştığım Yılmaz'ın her defasında hiç sıkılmamacasına "Dardayım" cevabı kadar tekdüze ve tekrar, Uygar'ın oynadığı halı saha maçları kadar esrik, benim Kadıköy'e her gelişimde sadece patsos yeme sözü vermem kadar kolpa, Emir'in aşk hikâyeleri kadar hüzünlü, Erkan'ın derdinizi dinledikten sonra "çok kötü olmuş abi" demesi kadar ferahlatıcı, Cem'in mutluluğu ve sıkıntıyı aynı anda yaşayabilmesi kadar kararsız, Kayhan'ın derin sessizliği kadar gürültülü ve İbrahim'in umursamazlığı-siklemezliği kadar patavatsız zamanlardı.

Güzeldi.

Tepkiler karakterler hakkında ufak ipuçları verir. "Benim bildiğim Beşiktaş'lı bir Süleyman Seba var, bir de sen varsın, başkası var mıydı?" dediğinizde Yılmaz kahkaha atarken Kayhan efkârlı bir "siktir git" çeker. Aşk konusunda sorduğunuz soruyla Emir'in gözlerini doldurmak mümkünken, İbrahim'in gözlerini devirip "çok da fifi" şeklinde tepki vermesi çok ilginç. Ya da sadece bana ilginç geliyor bilemiyorum.

Ders sırasında camdan dışarıyı seyrederken, spor salonun yeni zift dökülmüş çatısında dolaşan martının ayağının kayıp düşerek gözden kaybolduğu gün. Kareli metod defter sayfasını bir dolu bir boş şekilde karelerle doldurmaya ara verip bu komik olayı kaçırmadığım için kendime teşekkür ederken önüme kağıttan yapılmış bir uçak düştü. Döndüm etrafa baktım, tabi ki uçağı atan Erkan'dı. Tuhaf olansa Erkan'ın hemen yan sıramda oturuyor olması ve aramızdaki mesafenin 1 metreyi geçmemesiydi.

Erkan böyle birisiydi. Not yazmak yerine 10 dakika bekleyip tenefüste bana ne istediğini söyleyebilirdi, ancak o heyecanı ve küçük şakaları-süprizleri seviyordu. Onu ayakta tutan şey kimi zaman söylediği yalanlarla insanlara küçük oyunlar oynaması ve onları kandırması, kimi zaman da insanları coşturarak bir şey satın almalarını sağlamaktı. Son söylediğim biraz garip gelebilir ama biraz düşünün hak vereceksiniz.

Önümde duran uçağı açmaya başladım, işgüzar Erkan uçağın kanat kısmını bile bükerek bir şekil vermişti. Hadi uçağı yaptın hedefine ulaştın, insan bir de niye ayrıntıya girerek kuyruk kısmına özen gösterir ki? Kağıtta "akşam bizim evde içiyoruz çekirdek kadro" yazıyordu. Döndüm bir daha Erkan'a ve kafamla 'olur' işareti verdim.

(tu bi kontinyud)

Yemek ve Yamak -1-

Uygar GÜNERB

"Aslında bu çağda önemli bir yazar yok, kimse eskiler gibi samimi ve güzel yazamıyor. Bugün halen eser veren bazı yazarları "ülke yazın tarihinin en önemli yazarlarından" olarak gösterme çabası, "ülke yazını bitmedi" demek için değil, bu şahısla bizzat münasebet kurup "ben o büyük yazarı tanıyorum yahu, iyi arkadaşım" diyebilmek içindir." Bu Kez Güldürmedi, Uygar Günerb, 2013.

"Bu imdat frenini çekince ne oluyor" diye sordu zengin ve yaşlı adam. Okullar bitirmiş olan ama okul bitirmenin tek başına yeterli olmadığı yıllarda yaşıyor ve maalesef bu yaşlı ve zengin adamın yanında çalışıyor olan genç adam, "makinist treni durdurmak zorunda kalır ve bu freni acil bir durum olmadan çeken hakkında ciddi bir para cezası uygulanır" diye yanıtladı.

- Ne kadar çok bu "ciddi para cezası" dediğin? (ekmeğin 80 kuruş olduğu tarihte) 70 milyardan çok mu?
- O kadar yoktur tabii ancak, az bir para da değildir efendim.
- 70 milyar yoksa tamam, diyen yaşlı adam, kapalı ağzındaki tüm dişlerini göstererek imdat frenini çekti. bu diş gösterme, hem bu zengin züppeliğinin getirdiği gülümsemenin bir sonucu, hem de çok güç gerektiren bu kol çekme işini başarmak için kenetlenmenin bir gereği idi.

Yetkiyi, gücü, parayı bulunca şımarmanın klasik örneğidir bu. İnsanlar yetki, güç ve para var olduğundan beri bunları kötüye kullanmıştır. Irksal söylemine katılmamakla birlikte, "çingeneyi kral yapmışlar, önce babasını kesmiş" sözü, tüm anlatmak istediğimizi özetler.

Ben yıllarını yemek eleştirmenliğine vermiş birisiyim. Yanımda bugün Ahmet T. adlı pırıl pırıl bir delikanlı yetişiyor. Yaşım itibarı ile, Ahmet T. son öğrencim olacak gibi gözüküyor. Aslında bu yaşlarda Ahmet T.'yi veya bir başkasını da yetiştirmeyi düşünmezdim ancak nasıl hatırlanacağımı ve yemek eleştirmenlerinin, bugünkü popüler olanları bir tarafa, başka türlü de olabilieceğini gitmeden göstermek istiyorum. Daha önce yetiştirdiğim öğrenciler arasında kendini çok beğenmişler var. İştahla yeyip, bir lira ödemeyip, ustaları veya dükkan sahibini eleştiri içindeymiş gibi aşağılayanlar... Ustalar veya dükkan sahipleri de, gariban, reklamları yapılsın diye bu köpeğe sabır gösteriyorlar.

Yaşlandıkça sapıklaşan diğerleri gibi ben de durumu müstahcen biçimde anlatacağım. Herkes bilir, hikaye bu ya, soğukta mahsur kalan iki arkadaş, soğuktan donmamanın yollarını ararlar, ısınmak için hareket olsun diye, biri diğerine cinsel münasebette bulunmayı teklif eder. Arkadaşı önce yanaşmaz; sonra daha da üşüdükçe "yalnızca ısınana kadar devam etmesi" şartı ile kabul eder. Arkadaşı "önce ben iş tutayım" der ve başlar; saatler geçer, "iş tutan" arkadaşı, henüz yeterince iş tutamamış olacak ki durmaz. Bir ara, münasebeti zorla kabul eden kişi "kardeş, ısınmak için yapıyorsan tamam ama, s.kiyosan harbi ayıp ediyosun" der. Onun gibi, eleştiriyorsan tamam ama düz hakaret ediyorsun ve ayıp ediyorsun eski öğrencim; bir gün o ustalar da ısınmak isterler!

Uslu

Uygar GÜNERB

Geçmişte değil, yüzyılımızda cinsler arası iletişim ve bir iltifat olarak "uslu" üzerine bir inceleme...

Geçen konunun uzmanı olmayan (kimseye "cahil" demeyi kendime yakıştırmam) bir dostuma laktoz intoleransım olduğunu söyleyince, "halbuki senin biçok konuya toleransın var ama..." demesi beni şaşırttı. Evet, tam da toleransımızın sınırlarının görünmeyecek kadar yukarıda olduğu yıllardayız.

Bu yüzyılda dünya çok değişti; modern insan sayılan sözde atalarımız ateşi iki bin yılda bulmuşken, biz son yüzyılda yaşam kalitemizi iki bin kat arttırdık. İnsan teknolojinin getirisi olarak, diğerleri arasında, düşüncelerini rahatça açıklama ve herkese de ulaştırma imkanını kazandı ve bu da hoşgörüyü arttırdı. Alışılmadık fikirler ne kadar çok duyulursa, insanlara o kadar normal gelir. Düşünsel anlamda azınlıkta kalanların bu düşüncelerine alışılır...

Bana kadın erkek ilişkileri hakkında yazı yazmam söylenirse, söyleyene bakmadan iki bin sayfa nitelikli metin yazabilirim. yüzyılımızda insan ilişkileri, özellikle kadın erkek ilişkileri de değişikliğe uğradı. yirmi yıl öncenin en etkili aşk sözleri veya iltifatlar, bugün hiçkimse tarafından itibar edilmez klişe sözlerden sayılıyor. bu da belki düşünceyi herkese ulaştırma imkanının bir olumsuz sonucu olarak değerlendirilebilir. böylece, aşk sözlerinde ve iltifatlarda değişiklik yapmak icap etti ve bu yolda, bazı hemcinslerimiz, şimdiden ulaşılmaz başarıla elde ettiler. Yukarıda da ifade ettiğim üzere, bu yazının daha fazla uzamaması için, belli yeni yüzyıl iltifat sözlerine değinmek istiyorum.

1- Paris hilton'a köfte denmesi olayında, köfte, et yemekleri arasında her yerde bulunması, kolay pişmesi ve kemiksiz olması itibarıyla en kolayıdır, paris hilton'a "kolay ulaşılan kadın" denmek istiyor olabilir.
2- Sunucu olan hanımefendiye "ya sen o kadar tatlı bişeysin ki, bunun ismini veremiyorum" denmesi olayında, yemekteyiz programının unutulmaz siması hasan bey, kendisine "hasan abi seni arıyodum" diyen yarışmacı için "bunun ismini veremiyorum yani, bu.. bu.. bu.. iğrenç bişey" demişti, Beril aslında beğenilmiyor ama ayıp olmasın diye iltifat ediliyor. Aynı hanımefendiye "kedi canını senin" denmesi, kedilerin çıkarcı ve nankör olarak bilinmesi nedeniyle, iltifattan çok aşağılama olarak değerlendirilebilir.
3- prenses olarak adlandırılan hanımefendiye "o kadar güzel ki, tabi herkes göremiyor, ben görüyorum, huyu da güzel kendi de güzel, munis" (sözde) iltifatında, çok okumayan gençliğin "munis"in ne demek olduğunu bilmeyeceği öngörüsü ile eski dil sözcükleri söyleme olayıdır; yeni bir hiledir. Ayrıca prensesi beğenen varsa "ben onu gördüm, ilk olmayacaksınız, bu nedenle böyle bir arayışınız varsa vazgeçin" mesajını içerir.
4- natalie adlı hanımefendiye "charming and excellent woman" denmesinde, iltifatçının ingilizce bildiğini veya az bilse de bu bilgisine güvendiği, böylece cesurca bu dili konuşmayı tercih edebildiğini anlıyoruz. Günümüzde, az bildiği yabancı dili konuşması ile ses getiren bu anlamda bir cesur bir futbol teknik direktörü de vardır.
5- layne adlı hanımefendiye "lovely and candy woman" ve "mazlum ve mütevazi" gibi iltifatlarda, a- "mazlum ve mütevazi", 3. maddedeki "eski dil sözcüklerin kullanılarak, günümüzde eski dili bilmeyenlerin, bu dilde kullanılan sözcüklerin anlamlarını denetleyememeleri" kalıbına, b- "lovely and candy woman", 4. maddedeki "yabancı dilde iltifat" hakkındaki değerlendirmelerimize örnektir.
6- Ashley adlı hanımefendiye, "fazla şeker, very sweet you", "süper tatlı", "uslu" ve "very big cat", denmesi iltifatında, "very sweet you ve "very big cat" sözleri, yine yukarıdaki 4. maddede anlatılan kalıba uygundur.
Burada önemle üerinde durulması gereken günümüzde yaygın olarak kullanılan ve hayvan veya yabancı dile ya da eski dile ait olmayan "uslu" sözcüğüdür. "Uslu " sözcüğü, bugün usumuzda küçükken bize annemizin veya öğretmenimizin söylediği "uslu dur" uyarısında hayat bulmaktadır. Gençlerimiz, ders almamız gereken geçmişi de çabuk unuttuklarından, "uslu" sözcüğünün kendileri için söylendiğinde,
a. "küçükken öğretmenlerinin ve annelerinin onlardan olmalarını istediği insan olmayı başardığını düşünmeye" yaradığı,
b. doğru yolda oldukllarını,
c. "hiçbir hali beğenmeyen yaşlılara inat başarılı olduklarını",
biraz da yaşlılara başkaldırı havası içinde hissettirmektedir. Dolayısıyla bu söz, gençliği isyana teşvik ettiği için tehlikeli olarak yorumlanabilir.
7- adını bilemediğim bir hanımefendiye "ördek canını senin" söz öbeğinin bir iltifat olarak kullanılması, günümüzde, özellikle gençlerin ördek beslemediği, ördekleri yalnızca parklarda görerek yetiştikleri ve uzaktan uzağa sevimli buldukları gerçeği karşısında, ördeğin beslenmesi durumda, pis, üretken olmayan, hırçın ve dengesiz bir hayvan olduğunun bilinmemesi ile yine gençliğin bilgisizliği üzerine kurulmuş bir iltifat olduğunu söylemek gerekir...

Özet olarak, bu iltifatlarda bulunan kimseler ile tek ortak özelliğimiz, bir anadan doğmuş olmaktır. Bu iltifatların kendi içinde ortak özelliği ise, gençlerimizin yabancı dil, eski dil, geçmişi hatırlama(ders alma) ve hayvanlar gibi tüm konulardaki bilgisizliğinden, başarısızlığından güç almasıdır. Öyleyse, geleceğimiz olan gençlerimizi eğitmeliyiz.

Çinli ozan Kuan Tzu, (M.Ö. 11. yüzyıl)'nun gençlerin o unuttuğu geçmişte, hem de çok geçmişte, kaleme aldığı ancak geçerliliğini bugün bile halen koruyan şiirinde ne kadar da haklıdır. Kimseye iltifatta bulunmaz, gerçekçidir.

Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek,
Ağaç dik on yıl sonrası ise tasarladığın,
Ama yüz yıl sonrası ise düşündüğün, halkı eğit.

Bir kez ürün verir ekersen tohum,
Bir kez ağaç dikersen on kez ürün verir
Yüz kez olur bu ürün eğitirsen halkı.

Balık verirsen bir kez doyurursun halkı,
Öğretirsen balık tutmasını hep doyar karnı.

Bu Adam

Sedef Kalkavan

Meselesi bir günde anlaşılmayacak bir konudan bahsetmeyeceğim, zira tarzım dil. Ne gereği var kendini yormanın, zamanı çalmanın, üstelik alternatifleri bol iken kısıtlı bir hayata sıkışmış olmak yeteri kadar da darlamaz mı ki insanı. E zor işte, belli ki kafanın içindeki milyonlarca hatayı tekrar tekrar yaşayıp, ‘aman da ben bunlar üzerine ne diye vaktiyle uzun uzun istişarelerle karar veremedim’lerin zamansızlığı ve hatta yersizliği pek bi sıkar zaten canı.

Bu adamın adı ateş, demir, ege, berk gibi yeni dönem adlardan değil. Çift isim gruplarından da değil, can berk, ata can, efe hakkı… Aslında adının bir önemi de yok, biz ona ‘bu adam’ diyeceğiz.

Neticede başucunda küflenen duvarının bir nebze hava alması için çektiği yatağında titiz olmasına karşın mecburiyetten asimetrik yatan bu adamdan bahsediyoruz. Bu asimetrinin verdiği huzursuzluktan sebep, biraz eğreti yatan üstelik… ve hatta kıyın kıyın. Pencere yönüne kafası geldiğinden gün aymış mı aymamış mı bihaber olan, sabahları bir yudum çaysız ‘bir hiç’ olan bu adamdan. Üşengeçliğinden üstü başı ile yatıp ertesi günü kırış kırış geçiren bu adamdan.

Okunmuş, eğitilmiş hatta kısa da olsa bir iki iş tecrübesi sonucunda gömlek ile kravatın kendine yakışmadığına karar getirilip tez elden bırakılmış. Neticede, girişimci ruhu ile elindeki az miktar parayı birleştirip kedi maması almış. Yaklaşık iki buçık yıldır hayatını idame ettirebilmek için, bahçesinde titizlikle beslediği sokak kedilerinin taze meyvelerini satarak geçinir bu adam.

Her günki gibi zamansız hayatının bize göre iki buçuğunda uyanıp, ateşe çayı koyup, çıktığı bahçesinde Pagan Ritüellerini andıran gereksiz biraz da göstermelik ayılma egzersizlerini yapmaktadır. Yavruları inceler; cılız olan, çok yemiş karnı şiş olan, gözleri sorunlu tek göz dolanan ve günün talihlisi… annenin hali hazırda yalayarak temizlediği, etrafa şen ışıltılar saçan, biraz mahsun ‘tekir’.

Ufak gofret kutusunda, kafasına nasıl sığdığı zor anlaşılır o koca gözlerini devirerek, uzak doğuluları andıran beyaz uzun bıyıklarını titreterek etrafı izlemektedir tekir. Pırıldır, ışıldır ve evet iyi para edecek durumdadır. Ki bu kadarı bırak iki ayı, zorladın mı üçüncü ayı bile çıkartır bu adama.

Dudak kenarına yapışan, ucunda da uzunca bir kül biriken sigaranın dumanı, sağolsun ters esen rüzgarla tekire gelmektedir. Bu adam özensizdir, umursuz ve canı çekmesine karşın birasız. Sandeletindeki pis ayaklarının onu getirdiği yer Urumeli Hisarı’dır. İskele lokantasının yanında bir müddet demlenmektir niyeti, gün boyu orada takılıp nice sosyetenin ulaşamadığı bronzluğu yakalamış, Ara Güler kırışıklığındaki çehrelerle.

Uzatmak anlamsız…

vay efendim ‘burada içilir mi’ymiş

şangırr… bir pencereden kar taneleri gibi dökülen camların görüntüsü…

aman efendim ‘ne zararımız var size lan it’ cevabı…

ve döner bıçağının adaletsizliği…

E peki avlanmayı bilmeyen kendi yemeğini arayıp da bulamayacak hazıra konmuş bu kedilere kim bakar şimdi… o koca gözlü pırıl tekire?

Hoş Geldin Sayın Sedef...


Kuzguncuk Maslahatgüzarı, pek Sayın Ordinaryüs Profesör, kendi deyimiyle 'Sedefimo Kalkavano' bundan böyle makaleleriyle sizlerle birlikte olacak.

Kendisine otuzdokuz forması altında üstün başarılar diliyoruz yazışı.

'Otuzdokuz' Yönetim Kurulu