Yok Devenin Nalı!

Başak BAŞGUT

Yine bir otel odasındaydı. Hani duvarlar üstüne üstüne gelir ya insanın... Hele bu sefer kendini tam anlamıyla bir hücrede gibi hissediyordu. Hepsi bir yana bir de şu anket meselesi çıkmıştı. Hakikaten de neyin nesiydi bu şimdi, “Her şeyimiz tamdı da bir anketimiz eksikti...” diye düşündü. Tekrar dönüp hücresinin duvarlarını inceledi. Bu sefer sözünü etmeye değer hiç bir şey bulamadı, ortalama bir otel odasıydı işte. Çekmecesinde bir seccade ve kıbleyi gösteren ok bulunduran “yaratıcı” elin dokunduğu o yerlerden değildi mesela. Madem hizmette sınır yok, neden bir pusula değil de ok diye düşünmüştü o zamanlar ilk şoku atlattığında. Cevabı yine aynı ok, bu sefer yorgun argın yatağına uzanıp uykuya dalmaya çalışırken tavandan kalbine saplanarak vermişti. Tabiki de cevap belliydi: Hangi pusula bu kadar etkili olabilir, bu kadar yürekten çağırabilir ve doğru yolu gösterebilirdi ki?

Tam bunları düşünürken ekranın sol köşesinden açılan pencereyle önce irkildi, sonra gülümsedi.

“Windows media player found: “53rizeli53-pc”

Oda gayet normaldi ama otel muhteviyatı da fena değildi demek ki. Hem böylece yarın kahvaltıda rizeliyi bulma oyunu oynayarak kendini de eyleyebilirdi. Yatıp uyuması gerekirken oturmuş nelerden bahsediyordu. Bu anket meselesi hakikaten canını çok sıkmış olmalıydı. Onu birazcık olsun tanıyanlar uykusundan feragat ettiyse kendisine yapılan bu haksız ithamdan ne denli rahatsız olduğunu kolaylıkla tahmin edebilirdi. Ama ne kadar hayra yormaya çalışsa da bunun altında da art niyet aramıyor değildi. Hoş aramadan da bulabilirdi ya neyse. Hafızasını azıcık zorlaması yetmişti. Zamansızlıktan ve yoğunluktan yakınırken bunu bir bahane olarak algılayıp “ahı... sen de iş kadını oldun değil mi şimdi? Ahı ahı!” diye gülen de, acılarıyla dalga geçen de çakma Cihangir enteli C.T.’den başkası değildi. Moda’lı olduğu için ayrı tuttuğu İ.B.’nin de ondan farklı kalır bir yanı yoktu. Cümbür cemaat içmeye eğlenmeye çıkılan gecelerde anca 5 fındık votka sonrasında arayıp çağırmak aklına gelir, şehirdışında olduğunu söylediğinde ise anlayabildiği kadarı ile “iiiii, olmamışo olmamış, öyle iş mi olur iiii, çokkötükötüü...” der, telefonu kapatır, insanı cinnetin kıyısına yaklaştırırdı. Düşündükçe daha çok hatırlamaya, hatırladıkça daha çok sinirlenmeye başlamıştı. Niğde gazozuna methiyeler düzerek çileden çıkmasına sebep olanlar da yine onlar değil miydi?

Bu anket de olsa olsa bu kıtibiyozlarından elinden çıkmıştı. Öyle bile olsa onlara kızamadı, hatta biran durup düşününce onları ne kadar uzun zamandır görmediğini farketti. Neredeyse özlediğinden bahsedecekti ki “yok deve!” dedi içinden. Birden irkildi. Gerçekten de bu sefer tuzağa düşmüştü. Sinirine yenik düşüp kapanan gözlerinin arasından alelacele bir şeyler karalamak, dandik bir yazı yazıp o da yetmezmiş gibi içine yersiz duygusallıklar serpiştirmek neyse de, kendinden üçüncü şahıs olarak bahsetmek de neyin nesiydi? “Yok deve!” dedi içinden, “ne hallere düştük...”

Ama doğrusu “Yok devenin nalı.” olmalıydı.

Büyük Çerçeveli Gözlük

Ahmet TAŞKENT

Değerli üstad İpek Özarmağan’ın yazısında bahsi geçince durunamadım ve bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.

Şunu anladım ki, nerde yumuşak ses tonlu, etkileyici sayılabilecek üsluba sahip bir insan görelim, anında dibimiz düşüyor. Çok seviyoruz bu tarz adamları. İsteseler pantolonumuzu sıyırabilecekmiş gibi bir halimiz var. Her söylediklerini kabul ediyoruz, hele popülist bir şeyse bu söylenen, adamın hastası oluyoruz. Zaten bize söylenenlerin temelini araştırmayı sevmeyen insanlarız. Hemen inanmayı çok seviyoruz. Sorgulamaktan nefret ediyoruz. Doğruyu öğrenmek veya bize anlatılanlar hakkında bilgi toplamaktan nefret ediyoruz. Niye uğraşalım ki? Türk toplumu olarak hepimiz yorgunuz. Karanlıkta kalmayı seviyoruz. Bize ışık tutacak bir insana muhtacız. "Size ışık tutucam, toplanın yamacıma" diyen adamın arkasından koşarız. Çünkü kendimiz niye canımızı sıkalım araştırmakla, bir şeyleri öğrenmeye çalışmakla değil mi ama?

Bu anlattıklarımı Can Dündar sizden benden daha iyi biliyormuş onu anladım. Bir defa okumuş-görmüş adam değil mi? Zeki ve etkiliyici bir konuşma tarzı var. 40 kelime varsa elinde, içlerinden hangisini seçeceğini ve insanlara söyleyeceğini iyi biliyor. Hem bir kere herşeyden önce büyük çerçeveli gözlükleri var. Hayret, Uğur Mumcu'nun işine yaramamıştı bu gözlükler, Can Dündar'ı yaptığı işlerde başarıdan başarıya koşturuyor oysa!

Sorulan sert sorulara büyük bir içtenlikle cevap verebiliyor, ah hele o sakin ses tonu yok mu? İnsanın içini eritiyor. Bu adam hayatımızda gördüğümüz en ağırbaşlı, sakin, lafını bilen, olgun ve "demokrat" adam olmalı. Sarı Zeybek'i de yaptı, demek ki Atatürk'ü o da bizim gibi seviyor. Değişmiş olamaz, hala seviyordur Mustafa Kemal'i değil mi? Bu ülkedeki değişimine tanık olduğumuz tek bir adam vardı, o da Kasımpaşa'dan çıktı. Başka hiç kimse değişmiş olamaz, 10 yıl önce hangi fikirdeyse hala aynı fikirdedir. En azından böyle belli başlı konularda.

Biraz önce seyrettiğim ‘Mustafa’ filmi hakkında şu sahnede şu vardı şu sahnede bu vardı diyip uzatmanın bir manası yok. Kitap yazarım istersem bu konu hakkında. Kaç satar orasını bilemem. 29 Ekim'de satışa sunarsam belki çok satabilir bilemiyorum.

Cımbızla çekilmiş cümleler, kaynaksız ve eksik bir çok bilgi, özellikle "Mussolini ve heykeltraşı" hakkında ince dokundurmalar, laf cambazlıkları vs... Bunlardan bahsetmeye gerek görmüyorum. Aşağıdaki istatistiki bilgi bana yeter de artar bile. Size yetmeyebilir, istediğinizi düşünmekte özgürsünüz tabi.

Film: 1 saat 50 dakika
Çocukluk ve gençlik yılları: 30 dakika
Mektuplaştığı kadın, Latife Hanım vs.: 15 dakika
Kurduğu sofralar,yalnızlığı ve biçareliği, rakı olayı: 40 dakika
Trablusgarp ve Çanakkale Savaşları, Samsun'a çıkış, Kongreler, T.B.B.M'nin açılışı, 3 yıllık Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet'in ilanı, Siyasal & Eğitim & Kültür & Toplumsal & Sosyal & Ekonomi & Hukuksal Devrimler, Enstitüleşme: 25 dakika

"Ben Mustafa Kemal'in kurduğu sofralar, aşkları, yalnızlığı üzerine bir film yapıyorum" diyebilirdi Can Dündar. Ama demedi. Filmin adını "Mustafa" koydu, 29 Ekim'de vizyona soktu. "Mustafa Kemal'in doğumundan ölümüne bir film yapıyorum" dedi. Dememeliydi, diyemez. Derse Aziz Nesin'in o meşhur tespitinin ışığında çoğu insanı söylediğine inandırabilir, ama herkesi değil.

Milli piyango bileti aldım. Eğer büyük ikramiye bana çıkarsa bütün paramı Can Dündar’ın ergenlik çağındaki masturbasyon anılarını anlatan bir film çekmek için harcayacağım. Filmin adı "Can" olacak. Herhangi bir ayın 31'inde gösterime sokacağım. Ve filmin konusunun "Can Dündar’ın doğumundan bugüne kadarki hayatı" olduğunu anlatıcam filme gelmeyi düşünen insanlara.

Nasıl olsa inanırlar bana hiç kimse sorgulamaz ne halt ettiğimi.

Çünkü biliyorum toplumumuz sever yumuşak ses tonunu, etkileyici üslubu, üstadın buyurduğu gibi 'bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilme'yi.

Hafta Sonu Bir Sergi Açılışındaydım

İpek ÖZARMAĞAN

Hafta sonu bir sergi açılışındaydım.

Son bir yıldır hiçbir sergiye gitmek istememiştim, güncel sanatta bir güncellik bulmak zorlaşmıştı. Artık aynı şeyleri görmekten çok sıkıldığım için, gelen davetiyeleri çoğunlukla görmezden gelsem de, buna hayır diyemedim, diyemezdim.

Sergi, Tatbiki zamanlarından tanıdığım bir dostumundu. Yıllardır bir şey üretmemiş ve kendini tamamen düşünmeye ve okumaya vermiş olan bu dostum, okulu bitirememiş, kısa bir yurt dışı macerası geçirmiş ve sonunda kendisini bohem hayatın bataklığında kaybetmişti.

Kuledibinden Karaköy’e doğru inen karanlık çarpık sokaklarda kaybolmak üzereyken, burnuma gelen Che purosunun kesif kokusu, bana serginin yapılacağı depoya çok yakın olduğumu hissettirdi. Ve işte oradaydı; kapının önünde, bir elinde başparmak kalınlığında artık sönmeye yüz tutmuş Che diğer elinde balon kadehle, sahte kahkahalar atıyor, yeni mezun birkaç küçük kızı etkileyebileceğini düşünüyordu. “Ben öğrenciyken Maltepe, Samsun, tekçilerden ne bulsam onu içerdim, şimdi sigara kokusuna tahammülüm yok, Küba’ya gittikçe kendime puro alıyorum”
Karşı kaldırımdan, “O elindekini Nikaragua’da bir Türk’ün fason ürettiğini biliyorsundur herhalde.” diye bağırma ihtiyacı duydum, yapmadım. Bunun bana bir faydası yoktu. Beni görünce gözleri parladı, “Gelemeyeceksin sanıyordum, içecek bir şeyler alsana kendine.”

Hızlıca koluma girdi ve beni, nem, sigara ve ucuz şarap kokan depoya soktu. İçerisi şaşılacak derecede kalabalıktı. Genç bir grup kapının ağzında toplanmış, çalan New Age saçmalığına sağa sola sallanarak kendilerinden geçmiş bir şekilde eşlik ediyorlardı. Konu müzik olduğunda dostum, Malatya türkülerinden ileri gidememişti, ama bunu saklamak konusunda tam bir blöfçüydü. Duvarın yanındaki masaya doğru gittik. Bir kadeh içine, karton kutudan kırmızı şarap doldurarak bana uzattı. Dolmen. Ucuz şarap konusunda yanılmamıştım.

Sessizliğimi fırsat bilerek konuşmaya başladı ve bir daha susmadı. Arada bir, onay beklercesine suratıma bakıyor, geri kalan zamanında sergiye gelen gideni kontrol ediyor, özellikle kadınları uzun uzun seyre dalıyor, arada bir gerçekten tanıdığı birkaç kişiye adıyla selam veriyor, tanımadıklarının tümünü ise sanki en yakın dostuymuşçasına bir samimiyetle kucaklarken, onlara “şeyciğim” diye hitap ediyordu. Hala birkaç sıkı bağlantının onu zengin ve mutlu edeceği yanılgısı içindeydi.

Sergi mekanını anlatarak başladı önce, oradan tüketim toplumu ve popüler kültüre sıçradı, son okuduğu bir kitaptan konu açtı ve K. İskender’in birkaç şiirinden alıntı yaptı. Bana son zamanlarda neler yaptığımı sordu, radyo programımdan bahsedecek oldum ama söylediklerimle ilgilenmediği belliydi, sustum, o kendisini anlatmaya devam etti. “Düşünüyorum, bu aralar düşünüyorum, otobüse biniyorum, otobüsle geziyorum, düşünüyorum, otobüste kitap okuyorum, herkes bana bakıyor, işte böyle bir ülke burası.” Ülkenin durumundan, kısa bir süre içinde yeni öğrendiği bir suşi tarifine geçti. Sonra Mustafa filmini izleyip izlemediğimi sordu. Kendisi henüz izlememişti ancak filmle ilgili tavrımızı bir basın bildirisiyle açıklamamız gerektiğinde bir süre ısrar etti. Canım çok sıkılmıştı. Seneler önce terk ettiğimi sandığım bu ortamın içinde kendimi bir kez daha bulmuştum. Daraldım. O hala konuşuyordu, Beyoğlu’nun güncel sanatın merkezi olma özelliğini nasıl yitirdiğinden, kapanan galeriler konusunda içinin nasıl yandığından bahsediyordu. O bundan bahsederken ben de içimin yandığını hissettim, elimdeki şaraptan bir yudum aldım ancak içilecek gibi değildi. Çaktırmadan kadehi masaya geri koydum.

Henüz neyi sergilediğini dahi görmemiştim ancak bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. “Eee? İşler nerde?” diye sordum. Tam o sırada dostumun ilgisi, kabarık kıvırcık saçlarıyla kapıda duran kumral adama yöneldi. “Tüluğhan!” diye seslendi. Bu o müzisyen arkadaşıydı. Adamın bakışlarında bir tekinsizlik fakat yoğun da bir kendine güven vardı. Müzisyeni benimle tanıştırdı. Müzisyen elimi sıktı ve birden son yaptığı bestesini önce mırıldanarak ardından bariz bir şekilde sesinin tonunu yükselterek, scat yaparak söylemeye başladı. Bitirdiğinde; dostum, elindeki boş balon kadehi koltuğunun altına alarak, dişleri arasına sıkıştırdığı sönük purosuyla hararetli bir şekilde alkışlamaya başladı. “Harikulade, harikulade, Tüluğhan’cığım şahanesin” . Müzisyen kendisine alışmış olacak, bu tezahüratlara fazla aldırmayarak bana döndü ve “Bu senfonimde önderimizi obua olarak düşünüyorum, sen ne dersin?” diye sordu. Ben, kibar bir şekilde maalesef orkestrasyondan anlayamadığımı ama muhteşem bir eser çıkaracağına inandığımı söyleyerek, dostum ve müzisyeni birbirlerini pohpohlamaları için baş başa bırakıp onlardan ayrıldım.

Deponun orta bölümünde kalabalığın ortasında tek bir iş sergileniyordu. Tek bir iş üretip sergi açmayı çok şımarıkça buldum ancak bu son günlerin güncel sanat ortamında şaşırılacak bir durum da değildi hani. Yaklaşınca gördüm ki, koltukları, dikiz aynaları, cama asılmış örgü karpuz dilimi, torpido üstü dantelli havlusu, arka cama yapıştırılmış ülke plakaları ile bir minibüs dekoru oluşturulmuştu. Ziyaretçiler alttan bir mekanizmayla sallanan bu platforma çıkıyor ve kendilerini minibüste gibi hissediyorlardı. Ellerinde kadehlerle, fonda çalan Yanni eşliğinde, bu dekor içine doluşup eğlenen ve kenarda kahkahalar atan zibidileri görünce çok sinirlendim. Hayatlarında minibüs görmemiş gibi davranıyor, bedava ucuz şarabı bulunca bardak bardak içiyorlardı. Kendilerini kandırsalar beni kandıramazlardı. Öyle sinirlendim ki, kimseye hakaret etmek alışkanlığım olmadığı halde onları kendi içimde zibidi olarak nitelendirdim. Bu gündelik hayata dışarıdan bakarak küçümseme, kendini üstün görme pozları asabımı bozuyordu. Gündelik hayat benim için ciddi bir meseleydi ve kimsenin alaya almasına izin veremezdim. İş’in sergilendiği bölümün yanındaki duvara asılan sekiz sayfalık eser metnine yaklaştım.

“…minibüsün alegorik bir eleman olarak kullanıldığı bu eserde imge, ses ve hareket arasındaki ilişki birbirlerini tamamlayıcı olduğu kadar aynı zamanda bireyin algısını yöneten bir güce ve yoğunluğa sahiptir. Bu söylemler çerçevesindeki bütünsel ilişki bireyde kültürel normların yarattığı ve buyurduğu şekilde bir algı oluşturur…”

Daha fazla okuyamadım, ‘Atla Gel Şaban’ filminden araklayarak yaratmış olduğu belli olan işe bir de oturup sekiz sayfalık copy-paste metin oluşturmuştu. Dayanamayarak, içimden dostum için de bir zibidi nitelemesi savurdum.

Karaköy’e kadar nasıl yürüdüğümü dahi hatırlamıyorum. Vapura binip ince bellide çay içmek için can atıyordum. Sergi aklıma gelince, kendimden utanarak bunu dahi yapamadım. Boğazım kupkuru olmuştu. Vapurdan inip minibüse bindim. Arkadan gelen bütün paraları şoföre uzattım, kafa yağı ve nefes buğusundan ötesi görünmeyen camı ceketimin koluyla silip dışarı baktım. Zibidi herifler, ben o minibüsü her gün yaşıyordum, hem de ucuz şarap ve Yanni olmadan.

Boş Adam

Kayhan KOLCU

‘Boş adam ne demektir, kime denir?’ sorusunu ‘İşsiz, güçsüz veya asalak adam’ olarak yanıtlamak, sanırım haftalık market alışverişinde yardımcı rolü üstlenen kas gücü olma işini kardeşe yükleyerek başından savmakla eşdeğerdir; zira sorulan soru bu şekilde geçiştirilmeyi hak edecek kadar basit değildir. Bu son derece yaygın, rahatsız edici, yanlış kanıyı düzeltmek için bir açıklamanın gerekliliği tartışılmazdır.

Etrafımıza sayıları yadsınamayacak kadar çok olan boş adamlar sanılanın aksine bilgisiz, kültürsüz, hiçbir şeyden anlamayan adamlar değillerdir. Aralarında böyle olanları da vardır fakat bu şekilde bir genelleme hataya götürür. Düz veya aylak belki, fakat kültürsüz denemezler. Boş adamlar en basit tanımla basit adamlardır. Basit düşünür, basit yer-içer, basit konuşurlar; kısacası basit yaşarlar. Bu adamların sorunlarının da zor olması beklenemez neden çünkü içinden çıkamayacakları durumların içine girmezler; bu gibi ihtimaller oluştuğunda ortamı terk eder veya kayıtsız kalırlar.

Karmaşık adamlar değillerdir. Ne söylüyorlarsa onu demek istiyorlardır, imalardan kaçınırlar, nasıl görünüyorlarsa öylelerdir; altında farklı anlamlar aramak yanlışa sürükler. Çoğunlukla muhabbetin girişi olan hâl, hatır sorma aşamasını atlarlar, atlamazlarsa da kuru bir nasılsınla ( bu sorunun cevabını dinledikleri ender görülür) geçiştirirler. Fazladan konuşmayı gereksiz bulurlar. Popüler tabirle bu ‘uzak’ duruşları genelde yanlış yorumlanır. Misal; martılara simit atan bir adam gördüğünüzde aklınıza ilk gelen kişinin ne kadar entel-i dantel veya romanomelankolik bir karakter olduğu düşüncesidir. Hâlbuki sizi bu düşüncelere sürükleyen kişi aslında bir boş adam olabilir. Bunu anlamanın yolu simidin atıldığı noktaya dikkat etmekten geçer. Simit parçası belli bir martının koşu yolu (bu durumda uçuş yolu) hedef alınarak atılıyorsa bu kişi melankolik bir ruh halindedir; tokat atılarak kendine getirilmesi tarafımızdan uygun görülür. Simit parçası iki veya daha çok martının ortasına atılıyorsa (evet, bravo) bu kişi bir boş adamdır; yanıtı uzaklarda aramaya, ‘yazık lan kim bilir ne sıkıntısı var bu adamın’ gibisinden derin düşüncelere dalmanın gereği yoktur. Zira bu davranış büyük ihtimalle hangi martının daha acar olduğunu belirlemek üzere bir girişimdir; adamın bir bildiği vardır yani.

Bu adamlar genelde bezgindirler. En sevmedikleri şey lüzumsuz üstelemeler, baskılarıdır çünkü rahatlığın amansız pençelerine kendilerini teslim etmişlerdir. Basit zevkleri vardır. Kitap okumak, film/televizyon izlemek gibi kolay etkinliklerle rahatlıkla zaman geçirebilirler. Fazlası için de uğraşmazlar. Sonuç olarak boş adam bazı şeyleri boş vermiş adamdır denebilir.

Doğanın dengesinden ötürü her şeyin bir karşılığı olduğu gibi bu adamların da bir karşılıkları vardır. Sizin de anladığınız üzere onlar aramıza daha sonra katılacaklar.

Açlık ve Nefret

Ahmet TAŞKENT

Dolmuştan indik, yolu çekmeye başladık. Gergin bir hava vardı. Açlıktan ayaklarımın titremesini durduramıyordum bir türlü. C.I’yı aldığımız ekmeklerden birinin topuğunu ısırırken yakaladım. Kendisine olan nefretim bir kat daha arttı. Uzun uğraşlar sonunda eve varabildik.

Eve girer girmez ilk iş kral tv’yi açtık. Bok varmış gibi. 3’lü koltuğa dizilip işe koyulduk. G.Ç’yi işini yaparken burnunu karıştırmaması konusunda uyardım. Öfleyip önünde duran patatesi soymaya devam etti. Patates kızartmanın püf noktasının tenceredeki yağın çok kızmaması olduğunu, zira patateslerin çok kızmış yağda sertleşeceğini söyledim C.I’ya. Dinliyormuş gibi yapıp başını sallayarak bir yandan mırıldandığı arabesk şarkıya devam etti samimiyetsiz. Dönüp G.Ç’nin soyduğu patatesin kabuklarını görünce sinirlendim, “4 kilo patatesi 1 kiloya indirdin ayı” dedim. “Ne abi!” dedi. İçimden ikisine de sövdüm. Kendimizi kral tv’de çalan kötü arabesk şarkısının negatif rüzgarına kaptırmıştık ki haşin bir hamleyle açılan kapının ardından koyu pis esmer teniyle T.U belirdi.

Yüzyılın açıydı. Taş devrinde yaşamasının daha hayırlı olacağını düşündüğüm birkaç kişiden biriydi. Yaptığı dandik mızrakla koca bir hayvanı avlayıp tek başına yese, anca doyardı. “Süzdün mü makarnayı?” dedim. “Süzmüyomuşum gerizekalı!” diye pis ağzıyla çemkirdi. Ergenliğin verdiği asabiyet veya isyankarlığın çok ötesinde bir dünyası vardı kara marsığın. Adanalıydı. Arsızdı.

Açlıktan birbirimize girmek üzereydik. Sınırdaydık. Şu yaşımda anladım ki korkulacak birisi varsa o da karnı aç ergen gençtir. Kendimi o an 3’ünü birden kafa kafaya tokuşturacak kudrette görüyordum. Ama ilk önce karnımı doyurup güçlenmem gerekiyordu. Yemek hazır olana kadar gerizekalıların yaptığı espirilere güldüm, C.I’nın söylediği Cengiz Kurdoğlu şarkısına ben de çok efkarlanmışım gibi eşlik ettim. T.U’nun her cümlesinin sonuna eklediği, artık klasikleşmiş “neden bahsediyosun abi?” kalıbına dilim döndüğünce cevaplar vermeye çalıştım.

Yemek hazırlandı. 4 kişi açlar gibi saldırdık, takribi 6 dakikada bütün yemeği bitirdik. Yemekle birlikte 2.5 litrelik kolanın da dibi kaldı sadece. 2-3 dakikalık sessiz, soğuk bir savaş başladı aramızda son kalan kola için. Sonunda G.Ç bir yandan C.I’nın yaptığı suratta sadece hafif bir tebessüm bırakabilecek espirisine anıra anıra gülerek prim verirken, bir yandan son kalan kolayı ormanladı da gerginlik bitti. Klasik numara. O sırada dikkat ettim T.U ‘ben bir gıdım kolaya tamah edecek adam değilim’ tribiyle televizyona bakıp kolaya karşı ilgisizmiş gibi davranıyordu ama beni kandıramazdı. ‘Hadi lan!’ dedim içimden. Bebek gibi kolaydı kimi kandırıyordu?

Masayı toplama faslı başladı. C.I’nın önünden nutella’yı alırken manidarca baktım. Patates kızartması ve makarna basarken nutella yemek te neyin nesiydi? Bu yetenek çok az kişiye nasip olur diyip açgözlülüğünü yüzüne vurmak istemedim, içimden tebrik ettim midesizi.

Karnım doyunca 3’üne olan sinirim de geçmiş, keyfim yerine gelmeye başlamıştı. T.U geğirerek uzunca bir şarkı söyledi, sığ insanlar gibi kahkahalarla güldük her zamanki gibi. Sensible’de turnuva yapmayı teklif ettim kabul ettiler. T.U “ben Ronaldo’yum” dedi, aşağılarcasına baktık. Kısık sesle “ehe ehe brezilya” diye düzeltti, prim vermedik. Sinir harbi şeklinde geçen turnuva T.U hayvanının coyistiği kırmasıyla son buldu. Coyistik almak için dışarı mı çıksak diye düşündük. Ama acı gerçekler…

Coyistik alacak para yoktu. Hiçbirimizin sevgilisi de yoktu. Geleceğe dair planlarımız, futbol dışında bir hobimiz de yoktu. G.Ç’nin yazdığı bilimkurgu romanını ele geçirip ölümüne dalga geçtiğimiz andan itibaren kendisinin iyi bir bilimkurgu yazarı olma ihtimali kalmamıştı. Farketmediği için iğrenç-uzun-kabarık saçına derste çekirdek kabuğu, silgi vb. maddeleri koyulan çocuk olarak hiçbir zaman bilim adamı olmam beklenemezdi benden. Belki de şansını futbol ya da şarkıcılıkta kanıtlayabilecek C.I üçümüzden çekindiği için ulaşamadı hedeflerine belki de. Beslediği hamster yüzünden bizden duymadığı hakaret ve alaycı söz kalmayan T.U hiçbir zaman bir ‘Timsah Avcısı Dundee’ olamayacaktı.

Kafamızda kurmaktan bıkmadığımız ve hiçbir zaman ulaşamayacağımız hayallerimiz vardı her birimizin.

Elimizdeki malzemelerse 4 kilo patates, 4 ekmek, 2 paket makarna ve bebek gibi 2.5 lt. kola.

Kimse içimizden bir MacGyver çıkmasını beklemesin.

İki Yakası Hiçbir Zaman Bir Araya Gelemeyen Ülke

Cem TAŞKARA

Ülkemizin birlik ve beraberliğe ihtiyaç olduğu bu günlerde diye başlayan haber bültenlerinin ülkesinde sinema nasıl olur?
Bu sorunu cevabını arayacağız bu yazıda.Belkide bu sorunun tam bir cevabını bulamayacağız.Hiçbir zaman bir sonuç getiremeyen tartışma programları gibi bitecek bu yazıda akılda hiçbirşey bırakmayarak.

Start X 9 8 7 6 5 4 3 bip 1

İnsanlar Türkiye'de neden eski filmleri severler.Neden aklı başında bir film izleyicisi eski bir filmi tv'de yakaladığında geçemez.Çünkü Türkler samimi insanlardır.Eski yeşilçam yapımı filmlerideki en büyük özellik belkide sammimiyettir.Eski dönem filmlerin samimiyetinin yanında filmderde kullanılan teknikler akıllara zarardır.Negatifin kara borsadan bulunduğu , stüdyolardan çalındığı dönemleri dinledik abilerimizden.Filmlerin çekim aşamasında sis makinesi yerine kullanılan sigara üfleme teknikleri , gözü artık hergün 2 film bitirmekten kör olan flu çeken kameramanlar.Kaçan , dolandırıcı olmaya zorlanan yapımcılar.Sex furyası sırasında açlıktan takma isimlerden oluşturulan sahte jenerikler.Labaratuarda 35mm ses filmlerinin ikiye bölünüp 17.5 gibi bir formatı bulan Türk aklı.Negatiften emisyon kazıyıp yeniden pozlanabilen film teknikleri gibi daha çoğunu sayabileceğim akıllara zarar Türk icadı Türk Sineması. Sinema'nın fransızlar tarafından bulunduğunu kabul edersek Türk Sineması ise direkman Türkler tarafından bulunmuştur.Elbette bu bir mecazdır.

Yazıya ismini verense Türk Sinemasına şu anda ihanet içinde olan yapımcıların doymak bilemyen para hırslarıdır.Bir yanda 40 sene önce bu ülkede çalıntı yada kaçak negatiflerle çekilen 'Ah Güzel İstanbul' filmindeki samimiyet ve muhteşemlik , bir yanda da binbir teknik ve inanılmaz bir bütçeyle bayram yada sömestır tatillerine yönelik çıkarılan 'Çılgın Dershane' filmindeki et yığınlarının iğrençliği.Ülkemin sineması işte bunlardan dolayı hiçbir zaman iki yakasını bir araya getiremeyecektir.Sen istediğin kadar köprü yap 3.yü yap 5.yi hazırla nah sana.Sinemada görselliği bir yaka , senaryo , oyunculuk ve yönetimi ikinci bir yaka olarak görürsek ; tekniğin üst düzeylere çekildiği yani gelişim dönemindeki senaryosuzluklar , adını afişlere bu bir bilmemne yapımıdır yazan ego delisi yapımcılar bir yaka(siyahçam) , sıfırla çekilen muhteşem filmler(yeşilçam)karşı yaka.Araya köprüyü koysana sen ; kendini ooo kıtaları birleştiriyoruz bak bak diye tanıtacağına Avrupalıya.İnanılmaz.Abi ikisini bir arada göremeyecek mi bu bünye artık ya.

Peki devletin görevleri ve sinemasal sınırları nelerdir?
Türkiye'de eser işletme belgesini veren Kültür Bakanlığına bağlı bir heyet vardır.Sinema perdesine çıkmak isteyen her film bu heyete filmlerini göndermek zorundadırlar.Bu heyette asker , polis , müsteşar ve bunun gibi ünvanları olan insanlar vardır.Hepsi gelen filmde kendi kurumlarını yeren bir öge ararlar.Eğer bu ögeyi bulurlarsa ya filmi istedikleri yerden keserler ya yaş sınırı koyarlar yada filmi gösterime hiç sokmazlar.Bu yetki onlarda vardır.Aynı 'Mavi Gözlü Dev' filminde , Süleyman Demirel'in bile Habitat 2000'in açılışında kabullendiği ve onun sözüyle konuşmasını başlattığı Nazım Hikmet'in bir sözünü filmden acımadan çıkarttıkları gibi.150 kopyadan bu laf tek tek bildiğiniz hepinizin evinde bulunan makaslarla kesilmiştir ve çöpe atılmıştır.Bunu gören bir sinema aşığı nereye gider.Ne yapar.Yıl 2007dir.Bir kenarda diz çöker ve ağlar.Onu diz çökerttiren ise kendi devletidir.Gelelim kültür bakanlığı desteklerine.Kültür bakanlığı her sene değişik kategorigler altında uzun ve kısa metraj projesi olan yönetmenlere para yardımı yapar.Tabiki deniz fenerinin ülkesinde bu da manipüle edilir.Hükümete yakın duran kesim her zaman yardımını alır.Yakın durmayan genç ve içinde samimi bir sinema aşkı olan yönetmenlere acı haber ya siteden direk yüzlerine söylenir ya da hevesler eksik birkaç belgenin öne sürülmesiyle tüketilir.Sinemaya küsmeler işte burda başlar.

Ne yapmalı?

Vallahi işte onu bana sormayın.Tecavüzlerin,tacizlerin,hırsızlıkların ve ayrımcılıkların artmasının bence en büyük suçlusu , birinci sırayı hiçkimseye vermeyen dandik ve sahte televizyonculuk anlayışıysa ikinci olarak bu bahsettiğim iğrenç et yığınlarından oluşan filmleri yapan ; bayram , sömestır ve resmi tatillerde dışarıya çıkan ve bizlerin apaçi diye nitelendirdiği (aslında onlar sadece ekmek kazanma peşindeler, bu suçtaki payları bunları vizyona sokanlarınkinden çok daha az) , kitleye bu filmleri ulaştıranlardır.Diyecekler ki eee kardeşim sen kapitale mi karşısın , gişe filmi yapılmasın mı yani?Tabiki yapın.Örnek olarak Osmanlı Padişahı bir gişe fimidir.Güzel de bir gişe filmidir.Bu gişe filmleri sektörün ayakta kalmasını ve bunlardan kazanılan paraların doğru işlere yatırılarak sinemanın devamını ve gelişimini sağlar.Fakat burda ayırmamız gereken Recep İvedik 1 ve 2'yi yapan yapımcının bu furyayı Çılgın dershane 1 ve 2'yi yaparak devam ettirmesi ve paraya doymamasıdır.İnşallah o yapımcı beni şaşırtır ve bütün bunlardan kazandığı paralarla Türkiye'de yapılacak en büyük bütçeli düzgün filmi yapar.Yoksa elin oğlu gider Angela'yı ve benzeri filmleri yapar Paris , Paris olur.Milyonlar akın eder turizm gelişir bütçesi ayakta kalır.İstanbul'sa 2010 Kültür başkenti yok asya ve avrupayı birbirine bağlayan ülke gibi başlıklarla oyalanır Recep İvedikler devam ettirilir ve İstanbul bir gün gelir İstanbul beyefendilerini dışarı atar apaçi şehri olur.Türkiye'de IMF'den tekrar para alır.Sömürge olur.Bu bir oyundur çakır , fakat bu oyun bozulacaktır.Neyle bozulacaktır?Sinemayla , müzikle , sanatla , kültürle bozulacaktır.Kim bozacaktır?Sinemaya gönül verenler , gözünü açanlar , uyananlar , uyandıranlar , müzikle uğraşanlar , hala albüm satın alanlar , dvd alanlar , festivallere katılanlar , katılmasa da takip edenler , edebiyata gönül verenler , iş dışında sanata zaman ayıranlar ;yani benim arkadaşlarım.

Hepinizi seviyorum lan bu yüzden işte.

Gerizekalılar.

04.04 - 06.12.08@cihangir blues

Başlamak Bitirmenin Yarısıdır!

Efe E. KAYA

Terlemişti, ıssız bir adada daktilosunun başına oturmuş birşeyler yazmak için çabalıyordu. Ne yazmak istediğine, nasıl başlayacağına dair aklına en ufak bir fikir gelmiyordu. İlham kaynağı bulmak için bu yeri seçmiş, herkesten uzakta, sessizliğin içinde, şehirde kendisine uzaktan selam bile vermeyen ilham perisiyle günlerce yarenlik edebileceğini düşünmüştü. Ama işler hiç istediği gibi gitmemişti. Daktilosu sürekli takılıyor, el fenerinin ışığı yetersiz geliyor, çok sevdiğini ve ihtiyacı olduğunu düşündüğü yalnızlık canını sıkmaya başlıyordu.

Üstelik etrafta keskin bir bok kokusu vardı. Hay aksi nerden gelmişti buraya. Ailesiyle beraber yaşadığı, şehrin en güzel yerlerinden birindeki konağı bırakıp buralara gelmeyi nerden çıkarmıştı. Evinde olsaydı, bi iki telefon eder, yarım saat içinde kendini sokakta bulurdu. Her zaman gittikleri küçük meyhaneye gider iki duble rakının üstüne biraz da dostlarının muhabbeti eklendi mi keyfine diyecek olmazdı. Ya da bira mı içerdi acaba? Şöyle bol köpüklü buz gibi bi bira.. En iyisi oraya gidince karar verirdi, canı ne istiyosa onu söylerdi.

Ama bu saatte kim gelirdi onla? Birini bulurdu elbet, bi an için hemen sandala atlayıp gitmeyi düşündü ama vazgeçti. Burda kalmalıydı, zaten bu ıssız adaya gelmesinin de amacı bu değil miydi, çalışmasına engel olan şeylerden uzaklaşınca –yapacak hiçbir şeyin olmadığı bu yerde- istediği gibi yazabilecekti. Zar zor bir dergide yazarlık bulabilmişti zaten, bunu da kaçırırsa başına gelebilecek felaketlerin farkındaydı. “Aslında durumum o kadar da kötü değil” diye düşündü, babasının hatırlı bir arkadaşı olan bir avukatın getir-götür işlerini yapıyordu. Gide-gele işi öğrenmişti, bazen kendisini avukat zannedenler bile olurdu. Öyle zamanlarda çok keyiflenirdi. Göğsünü gere gere adliyenin içinde yürümeye başlar, “üstatlardan” birini görüp hukuki teatilerde bulunmak için can atardı. Halbuki “üstat” dediği insanların hepsi kendisi gibi eşin dostun yanında “iş takip eden” arkadaşlarıydı.

Sıkıldı, daktilosunu kenara atıp bi sigara yaktı, bu dergi istediği şeyi yapmak için son şansıydı ve bu ıssız ada bu şansını en iyi kullanabileceği yerdi. Bu ada, felçli ayaklarından kurtulup, özgürce ve doyasıya istediği hayata doğru koşmaya başlayacağı yerdi. Sigara kağıdının yanarken çıkardığı sesi dinlerken o gün yirminci kez “Başlamak bitirmenin yarısıdır” diye düşündü, ama bu sefer diğerlerinden farklı olarak ilk defa daktilonun ciddi sesi adada yankılanmıştı. “Merhaba” yazdı ve hiçbirşey düşünmeden yattı...

Maskeli Balo

Ahmet TAŞKENT

Hani yalnız başınıza tv seyrederken ekrandaki kişinin yaptığı rezillikten siz utanırsınız da kanalı değiştirirsiniz ya, o an onun için aynen bu duyguları besliyordum. Kızlı erkekli grubu etrafında toplamış, coştukça coşuyor, dizginlenemez bir hal alıyordu. Ama ne yazık ki kendisinin bir off tuşu yoktu.

Adeta sağlı sollu salvolar yapıyordu kalabalığa. Hızını alamadı kendi memleketinden çıkmış birkaç sanatçıdan ve devlet büyüğünden bahsetti. Buna oldum olası anlam verememişimdir. Kazım Koyuncu’nun doğduğu yerin diğer insanlardan kilometre bazında daha yakınında doğmak bir insana ne katabilir, ne gibi avantajlar sağlayabilir ki? Ayrıca oyuna girerken ne anlama geldiğini bilmeden haç işareti yapan Orhan Çıkrıkçı da Trabzonlu değil mi diye sorarlar adama. Buna ne cevap vereceksin? Hiçbir şey söylemeden bir süre bu maskeli baloyu seyrettim. Memleketini övme olayı bitecek gibi durmuyordu. Sonuçta ben de 3 yıldır iyi bir ivme yakalayarak 2. Lig klasman grubuna çıkmaya hak kazanmış şanlı Çankırı Belediyespor’dan bahsedebilirdim. Ya da Çankırılı deli köçeklerden. Ama etmedim. Erdem sahibi bir insana yakışmazdı.

Çıtayı daha da yukarılara taşıyarak, ‘Dünya’nın en büyük şehir takımı hangisidir bilen var mı?’ diye sordu kendisini dinleyen kalabalığa. Ordan bir dangoz ‘Trabzon mu abi?’ diye atladı büyük bir şevkle. ‘Gerizekalı’ dedim dangoza içimden. Nasıl oluyor da oltasına geliyorlardı anlamıyordum. Kaşlarını havaya kaldırarak ‘Hayır, Napoli’ dedi. Herkes sus pus onu dinliyordu. Sigarasını yaktı, tişörtünün ön tarafını iki parmağıyla öne çekip bırakaktıktan sonra ‘İkincisi de Trabzonspor’dur’ diyerek dumanı yukarıya doğru üfledi.

Söylediğiniz yalana inanılmasını istiyorsanız, çok yüksekten atmazsınız, övdüğünüz şeyi en iyi gibi göstermezsiniz ki inandırıcılığı artsın. Bunu az çok bu işin içinde olanlar bilirler. Böyle basit bir olguyu nasıl olur da orda oturan kimse çözemez? Çok garip…

O ana kadar etrafında kandırabildiği insanların çokluğundan varlığımı unutmuş olacak, karşısına baktığında masanın diğer ucunda gözlerini üzerine dikmiş olan beni görünce afalladı. Hafif sırıttı mahçubiyetle, göz göze geldik.

Gözler çok şey anlatır. Platonik aşk beslediğiniz insana bakarsınız, içinizden çok şey geçer o an, sıkı sıkı sarılmak ve hiç bırakmamak istersiniz. Yeni doğmuş bir bebeğe veya ölmek üzere olan birine bakıp hayatın anlamsızlığı üzerine düşünürsünüz. Bir de benim o an olduğu gibi, iyi tanıdığı insanın kolpalarını yakaladığınız anki göz göze gelme olayı vardır ki bu bambaşka bir taddır. Paha biçilemez bir andır. Yakalanansanız utanç, yakalayansanız keyif verir. Ne yaptığının farkındayım manasında göz kırptım. Hatasının farkına varmış olacak ki hemen gözlerini kaçırdı benden.

Kolpayı yakalamanın verdiği neşeyle bir keyif sigarası yakacaktım ki telefonum çaldı. Arayan ebedi huzura ereceğini düşündüğü anda kendi kafasına sıkacağını öngördüğüm kadim dostum E.E’ydi. ‘Hemen konuya geçiyorum, öncelikle n’aber?’ dedi her zamanki heyecanlı ses tonuyla. ‘Olm çok komik, C. burda coştukça coştu, şöyle kolpa yaptı, böyle yalanlar söyledi’ diye bir bir anlattım olanları. Klasik 15 saniyelik Tatar gülüşünün ardından sorusunu yöneltti. Biraz düşündükten sonra ‘Bence polislik bi vaka yok, ama sen yine de tedbirini al efes iç sonuçta yılların firması, bir sıkıntı olacağını zannetmiyorum. Ayrıca birkaç ay önce dayı olman da bir şeyi değiştirmez’ diyip rahatlattım içini. Sorduğu soruyu burda açıklayıp kısaca kestirip atmak istemiyorum. Anlamsızlığını ve içinde barındırdığı çelişkileri ilerde bu soruyla ilgili yazacağım 400 sayfalık kitabımda anlatırım.

O gecenin devamında C.’nin evine gittik. Yeni aldığı ps3’te viningilevın açtı önüme. Friendly maç teklif etti, bu kibar teklifi kendi sahamda olması koşuluyla kabul ettim. Basit bir sanal oyunda bile ev sahibi ekibi daha avantajlı göstermişlerdir, kartlar rakibime daha kolay çıkar diye düşünerek kurnazlık peşinde koştum. Abaza gibi Brezilya’yı aldım. C. Trabzonspor’u alınca inceden kıllandım. Zira böylesi enternasyonel bir oyunda Trabzonspor’un yeri yoktu kanımca. Maça başladık. C. maçın henüz 14. dakikasında cemodopuloş adlı yunan forvetiyle golü bulunca taşlar yerine oturdu. Trabzonspor’u oyunda kendisi yaratmıştı, üşenmeden tek tek futbolcu isimlerini yazarak formaları ayarlamış, ardından da kendisini Gökhan Ünal’ın yanına 2. bir forvet olarak yerleştirmişti.

‘Akıllanmayacaksın değil mi?’ dedim, hafifçe sırıtarak tişörtünü iki parmağıyla öne çekip bıraktı.

Akıllanmayacaktı.

Sen mi Büyüksün, Ben mi? Ben Lann!!!

İbrahim BAŞARIR

Sevgili dostlar bu macera 94 baharında başlamıştı. Bavulumu alıp gelmiştim şu koca kente. Samsun’un ismi gereğinden uzun bir ilkokulundan kalkıp İstanbul’un yolunu tutmuştum. Acaba şu koca şehir beni yutacak mıydı , ayakta kalmayı becerebilecek miydim ?

Bütün bu soruları birlikte getirdim, sırtımda yükleyerek. Başta herhangi bir farklılık göze çarpmıyordu ancak zaman geçtikçe benim Anadolu geçmişim gün yüzüne çıkıyordu. En başta ben ne FKM’ye ne de Suadiye Dershanesi’ne gitmiştim ; benimkinin adı ilginç bir şekilde “Salem” idi. (inanmayanlara; Salem Dershanesi)

Ayrıca benim Samsun’da nohut dediğim kuruyemişe burada beyaz leblebi, atom dediğim Ramazan’ın vazgeçilmesi tatlısına da beze deniyordu ve Samsun’daki popülaritesinden uzaktı. Fakat en büyük şoklardan birini “Doğubank”ın ne olduğunu öğrendiğimde yaşamıştım. Şu benim Samsunlu dimağımda Doğubank’ın elektronik eşyalar satan bir pasaj olduğunu tahmin etmek imkansızdı siz de kabul edersiniz.

Bir diğer eksikliğimse okula servisle gitmiyor olmamdı. Zaten ilkokul ve dershane arkadaşlarımı geride bırakarak geldiğim şu şehirde, diğer öğrencilerden 1-0 yenik başlamak yetmezmiş gibi Moda’ya taşınarak servis arkadaşı edinme imkanından mahrum kalmamdı ; ama kim derdi ki o ev ilerde bir mabede dönüşecek, yolda kalmışların sığınacağı bir yuva olacak diye.

Kendimi o zamanlar çok sevdiğim Red Kit gibi görmeye başlamıştım, şu şehirde yalnız bir kovboydum, belki de tek dostum kalem kutumdu şu hayatta. Neyse ki çocuktuk, toyduk, kolayca atlattık o bunalımlı günleri, dostluğu, paylaşmayı ve güveni öğrendik. Gel gör ki uzun diyebileceğimiz lise günleri çabucak geçti ve bizi yeni bir macera bekliyordu. ÜNİVERSİTE.

Ancak Samsun’dan 12 yaşında yalnız başına gelen İbrahim, 19’una üniversiteye adım attığında ardında liseden dostlukları ve 8 yıllık bir İstanbul birikimini arkasına almıştı. Gün gelip devran dönmüştü, Herakleitos’un dediği gibi – Aynı suda iki kere yıkanamazsın – kuralı yine haklı çıkmıştı. Fakat bütün bunlar benim üniversiteyi 5.5 yılda bitirdiğim gerçeğini değiştiremedi. Ancak yine de elimde tahta bavulumla, İstanbul’a Haydarpaşa İstasyonu’ndan veda edecek raddeye gelmedim ve direnmeye devam ediyorum.

Yeni blog sayfamız şerefine nostaljik bir yazıyla başlamak istedim. Usta şair E. Budak’ın maceraları yakında yine bu sayfada yer bulacak.