Eskidendi -2-

Ahmet TAŞKENT

Okul çıkışında her zaman olduğu gibi panoların önündeki yerimi aldım. Okul çıkışında insanların (ne işe yarayacaksa) okulun garaj kapısından çıkan servislerin içindeki hoşlandıkları kızları son bir kez kestikleri yerdi panoların önü...

İlkokuldaki 'dansa davet' oyununu andıran bir ortam vardı. Aklıma o oyunda kızların suratımda patlattığı tabanlar geldi. Altı üstü ellerini yukarıda birleştiren arkadaşlarımızın eğilerek önlerinden geçecektik. Sanki evlenme teklifi ettim. Bu kadar büyütülecek olay nedir yani? Tahmin ediyorum ki sebebi büyük ihtimalle bugün bile büyük denilerek dalga geçilen kafamın ilkokul zamanlarında da aynı boyutta olmasıydı. Yıllar geçtikçe vücudum gelişmiş ve büyümüş, kafamsa sabit kalmıştı. İnsan anatomisi bu defa güldürmemişti.

Tüm bir günü, tenefüslerde bile abaza gibi büyük sahaya inerek orta-kafa-gol oynayarak geçiren bir topluluğun aşk hayatını okul bitiminde o hoşlanılan kıza 3 saniyelik bakma eylemine sıkıştırması oldukça düşündürücü.

Panoların önünde etrafa bakınırken gözüme Kayhan ilişti. Herkes sırtını panolara vermiş kesecekleri kızı beklerken, kendisinin suratı panoya dönüktü ve ciddi ciddi panodaki reklamı okuyordu. Gördüğüm manzaraya bir anlam yüklemeye çalışırken yolun karşısından Uygar seslendi, döndüm baktım. Elleriyle birtakım işaretler yaptı anlamadım. Bir tek en son yaptığı baş parmağını ağzına iki üç kez götürüp kafasını arkaya atmasına kafamla onay verdim. Birkaç hareket daha yaptı onları da anlamadım, sinirlendi. Elini isyan eder şekilde havaya kaldırıp gitti.

Agresif bir insandı Uygar, bunu birkaç kez tecrübe de etmiştim. Gerek Kadıköy'e her gelişimde patsos yeme sözü verdiğimde bu işin takipçisi olacağını söylediği andaki kararlılığı, gerekse de iki fırt daha alınabilecek sigarayı söndürdüğümde bana verdiği ültimatom aklımdan çıkmıyordu. Tekin biri değildi. Her an ağzımın ortasına vuracakmış gibi bir hali vardı.

Ortalıkta mal gibi beklerken Emir geldi. Akşam Erkan'a içmeye gidene kadar birlikte takılmayı teklif ettim. Annesiyle karfur'a gideceğini ve aramıza ancak akşam katılabileceğini söyledi. "Peki" dedim ve Sakız'da sandviç abanan Çağdaş ve Erkan'ın yanına gittim. Bir kaşar-salamlı ekmek söyledim, elinde ciğerli-amerikan salatalı-ketçaplı-mayonezli ekmek yiyen Erkan benle alay etti.

Erkan'ın enteresan bir iç dünyası vardı. Ona doğru gelmeyen ya da kendi yaptığı tercihlerin dışında tercih yapan insanlarla içgüdüsel olarak alay ediyordu. Kaşar-salamı savunsam bana ciğerin çok daha pahalı-çok daha lezzetli bir şey olduğundan, ikimizin yediğimiz şeylere neredeyse aynı parayı verdiğimizden ve dolaylı yoldan benim kazıklandığımdan, bununla da yetinmeyip amerikan salatasını sevmeyenin aklından şüphe edeceğinden falan bahsedebilirdi. O yüzden cevap vermeyerek susmayı tercih ettim.

Sandviçleri yerken bir süre Yılmaz'la basketbolun ne menem bir spor olduğundan bahsettik. Benim 10 kişinin o kadar küçük bir sahada herhangi bir spor dalını icra edemeyeceği hakkındaki sözlerimi Yılmaz basketbol topunun çok büyük olduğunu, o kadar büyük topla oynanamayacağını söyleyerek destekledi. Hatta lafı basketbolda abanmanın olmamasını çok saçma bulmasına kadar getirdi. Konuştuklarımızı dışarıdan biri duysa eskiden bizi bir grup adamın kaçırıp, zorla Abdi İpekçi'ye götürerek istenmeyen şeyler yaşattırdıklarını zannedebilirdi. Nedenini bilmiyorum, o derece kin güdüyorduk basketbola.

Biz basketbola yardırırken İbrahim geldi yanımıza, "oouubaklımneyiyoruz" diyerek ekmeğimden o kadar büyük bir ısırık aldı ki resmen canım acıdı. Ecdadıma sövse daha iyiydi. Bu yaptığı yetmezmiş gibi "bunebe sadcekaşarmıbu" diyerek aşağıladı. Erkan güldü, "s.ktrin lan" dedim ben de.

Eve gidip üstümü başımı değiştireceğimi ve akşam nasılsa Erkanlar'da görüşeceğimizi söyleyerek yanlarından ayrıldım ve dolmuşa binmek üzere Bahariye tarafına doğru yola koyuldum. Kilisenin önünden geçerken gözüme tezgahtaki cd'lere bakan Cem takıldı. Adımlarımı hızlandırarak arkasından ona sert bir şekilde çarptım. Unutmayın ki ergen olmak bunu gerektirir. "Laan" diyip bana doğru döndü. Gel akşam için mp3 bakıyorum dedi. Elinde duran seçtiği cdlere baktım, "Ahmet Kaya Resitaller 1", "Ahmet Kaya Resitaller 2" ve "Ahmet Kaya Resitaller 3" vardı. 'Bu ne acı bir tarz' diye düşündüm, cdlerden birinde 'bahtiyar' olup olmadığını kontrol ettikten sonra kendisinden müsade isteyerek tekrar yola koyuldum.

Dolmuştan Erenköy sapağında indim, yine her ergenin yaptığı gibi ışığın yanmasını beklemeden arabaların arasından koşarak sahilyolundan caddeye doğru uzanan yolu çekmeye başladım.

Caddedeki ışıklarda karşıdan karşıya geçerken Emir iki kızla beraber yanımdan geçti.

(tu bi kontinyud)

Memed

Sedef KALKAVAN

Kaç yaşında mıyım? Kaç oldum sahi? Hem ne fark eder ki? Gözlerimi kapadığımda unutabilecek miyim, kim olduğumu, bu kırış kırış gözleri, otoyol haritasına dönen titrek ellerimi? Gözlerimi kapadığımda silinecek mi tüm bu siluetler aklımdan? Peki ya anılar, yılbaşı partileri, aile yemekleri, yaka paça kavga ayırmalarım, cenazeler, küslükler, affedişler, kıyamamalar? Benim bir tanecik makaram, dikiş iğnem, yüksüğüm, senelerdir orasını burasını tamir ettirip durduğum dikiş makinem. Bu yaşa gelince mi acıtıyor bir toplu iğne insanın yüreğini.

Sabah sabah atölye yollarına düştüğümüz şehrin nemli kaldırımları. Kalıplar, mezuralar, siparişler arasında yerleri iplik ve kesik kumaş parçaları dolu atölyelerin dört duvarına sıkışan hayallerim. Sonra,… Mehmet'im. Kaç yaşındayım sahi?

Sabah annemin demli çay kokusuna uyanır banyoda sıra beklerdim yüz yıkamak, saç taramak için. Abilerimden fırsat kalırsa tarakla fırça benim olurdu aynadaki aksime çeki düzen vermek üzere. Sokaklar yeni yeni açılan kepenk sesleriyle çınlardı. Gözlerim rüzgârdan taze sulanmış, asfaltı bata çıka ilerlemeye çalışan zavallı ayakkabılarıma takılırdı. Evimizin az ilerisinde tahıl ürünleri satan toptancılar vardı. Çok sık gelirdi kamyonlar buraya. Çok da sık bozulurdu asfalt, her sene Kara Yolları’nın düzeltmesine karşın. Hele bir de kar, yağmur görmesin bu asfaltlar, minik göletlerden, ince naylon çoraplarıma çamur sıçramasın diye bale yapardım adeta da abilerim dalga geçerlerdi. Arka sokaktaki bisküvi fabrikasından gelen kokuların ardı sıra sokakta ilerler, dükkânının önünü temizleyen, mal indiren esnafla selamlaşır hanın yolunu tutardık. Ufak bir kavis yapardık abimin İstiklal eczanesinde çalışan Nebahatciğinin önünden. Nebahat az süslü değildi hani. Nebahat’in abimi görünce açılan bir iki dekolte düğmesi karınlarımıza kramplar girdirerek güldürürdü bizi. Abimin beyefendilikten taviz vermeden her sabah fırlattığı Ayhan Işık tebessümü, Nebahatciğine verdiği en değerli armağandı herhalde. Tabii sorsan abime Nebahat evlenilecek kız değildi, işte gönül eğlendirmelik, aynı filmlerdeki gibi derdi. İzlediğimiz acıklı aşk filmlerine o kadar benzetmeye başlamıştık ki hayatlarımızı her birimiz birer Filiz Akın, Türkan Şoray, Ayhan Işık oluvermiştik. Gerek kullandığımız dil, gerek hal tavırlar; o zamanlar fazla ciddiye aldığım, şimdi ise kahkahalarla güldüğüm bir dönemi anımsamak aslında zevk veriyor bana.

Küçük abimin Serpil’i vardı. Annem “Bırak şu komünisti, daha hökümetlen derdini halledememiş, zırt pırt alınır içerelere, anası babası dize getrememiş, sen mi getrecen? Gız mı yok sana uğlum, yaraşmaz o gız sana” derdi. Serpil incecik ki neredeyse kemikleri sayılacak incelikte, gür kahverengi saçları dağınık, akıllı ama fazla konuşmayan bir kızdı. Gözleri Japonlar’ınkini andırır çekiklikte birer çizgi şerit olurdu gülümseyince Abimin zoruna giderdi biraz, Serpil’in her konu da bir fikrinin olup, abimin olmaması. Ama ne kadar için için kendini yetersiz de görse, Serpil çok sayardı abimi, her konuda önce onun fikrini alır, her yeni gelişmeyi önce hemen abime anlatırdı. Yolunda gitmeyen tek şey komşu kızları evlilik hayalleri ile nakış işlerken, Serpil’in evliği düşünmüyor, konusunu dahi açtırmıyor oluşuydu abime. Anne babası ayrıldığında o kadar küçüktü ki annesi her ne kadar evde bir düzen kurmaya gayret ettiyse de Serpil hiç bilmemişti bir aile düzeni nasıl olur. Belki bu yüzdendi insanlara olan bu güvensizliği. Ama ben çok severdim Serpil’i, herhalde o da sevdi beni. Şimdi bile burnumda, Serpil’in yasemin kokusu. Cenazesini beklediğimiz gecenin sabahıydı tüm gece uğraşmamıza karşın abimi çıkaramadığımız odasında “Pek yakın değildi belki çevresindekilere. Bana bile sık söyleyemezdi sevdiğini. Hep içinde yaşardı. Ama öyle bir bakardı ki, inan tek söz etmesine gerek kalmazdı. Acaba doya doya bakabilmiş miydim gözlerine ?” demişti. Aslında şanslı sayılırdık, o dönem çok insan kayboluyordu. Şanslıydık, çünkü cesedi, bir köşede bilinmedik bir mezarda değildi. Usulünce kendi evinden çıkıyordu. Yasin’leriyle dualarıyla. Şimdi hatırladıkça, bu anıların abimde açtığı derin yaralar nasıl zamanla sarıldı da Serpil unutuldu gitti diyorum. İnsan unutulmayacağını düşünüyor hep, yerini kimsenin dolduramayacağını. Ama zamanla etrafta değişen her şey gibi sen de değişiyorsun işte. Yeri geliyor değişmez dediğin değerlerin değişiyor. Sorsan şimdi bana o gün geri gelse yine gitmez miydin Mehmet’le diye önce içli içli derin bir “of” çekerim peşine de bağıra bağıra “giderdim” derim.

Her neyse, han manifaturacılar çarşısının tam göbeğindeydi. Sağımız solumuz, manifaturacı, ilikçi, overlokçu, doluydu. Bizim han 5 katlı idi. Biz beşinci katta idik. Tabii benim çatı arasındaki minik odam da sayılınca bir buçuk kat oluyordu ya on adımlık yere ofis denirse. Beşinci katta abilerimin odaları ve atölye vardı. Kalıpçı Nazım Usta, overlokçu İrfan’la kayınbiraderi, sonra dikişçi kızlar. Abilerim mağazalara sipariş yaparlardı. Bense amcamdan öğrendiğim terzilik zanaatını özel müşteri siparişlerinde konuştururdum. Öyle böyle değil, iyi dikerdim. Basit bir etek bile diksem, bir havası olurdu. Giyen de gerine gerine bana diktirdiğini anlatırdı. O zamanlar pek bir meşhurdum. Şimdi bu titreyen ellere bakınca… belki şimdi bu haldeler ama vaktiyle çok çalıştılar, çok emek harcadılar benim için.

Hiçbir zaman çalışmaktan erinmedim. Ama öyle müşteriler geldi ki mesleğimden nefret ettiğim zamanlar olmadı değil. Yaptığım işe değer verenlerin yanı sıra bir de kaprisliler olurdu. Diktiklerime burun kıvıranlar, kusur bulup aşağılamaya kalkanlar. Çoktur, kumaşlarını ellerine tutuşturup kovduğum, diktiğim eteği beğenmediğini söyleyen müşteriye kumaş parasını ödeyip terslediğim. Doğru mu yaptım? O zaman için fazla heyecanlıydım sanırım.

Yazları belediye plajı iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolu iken biz karayollarının plajında sere serpe şezlonglarımızla yayılırdık. Fiyakalı plajdı ora ve öyle herkesi almazlardı. Bize de bir ahbabımız kefil olmuştu. Yoksa nerde bizde memur… En büyük keyifti plaj. Diktiğim ince patiskalardan plaj elbiseleri; hâkim yaka girik kollular, anvelop arkada bağlananlar, truvakar kol polo yakalılar... hele o kocaman plaj çantaları. Çadır bezlerinden dikmiştim abimin ağzı açık kalmıştı. Kazanlarda bir de kaynatıp renk renk boyardım onlardı. Halam, halamın kızları, teyzelerim, hepimiz yazın rengârenk ışıldardık plajda. Sonra o espadriller, artık yok galiba, espadril, yapmıyorlar. Ne rahatlıktır yazın. Oldum olası giyememişimdir açık ayakkabı. Hayatımı kurtarırdı espadriller. Abim kumaş almaya gittiğinde İstanbul’dan getirirdi, yoktu bizim burada o zamanlar. Üzerimde yazlık elbise, ayakta espadriller bir de plaj çantam şıkır şıkır giderdim plaja.

Mehmet’i de ilk orada gördüydüm. Hatice teyze, bizim mahalleden, halası olurmuş. Çok değil bir iki kere geldi Mehmet plaja. Sessiz, fazla konuşmayan kendi halinde biri sanmıştım o zaman ta ki lisenin önünde bağıra çağıra bildiri okurken görene dek. Öyle kendinden emin öyle sinirli görünüyordu ki. Biri gelmiş, adamın adı Yanki, kim koyar ki çocuğuna böyle isim diye düşünmüştüm. Belli çok kızmış, adama demediğini komadı. “Defol, pılını pırtını topla git” diye bağırıp çağırıyordu. Bekledim konuşmasının bitmesini. Zaten çok geçmeden o da beni fark etti. Yanıma geldi, nasıl söyleyeyim, öyle gururlu baktı ki bana, farkında olmadan iyi bir şey yapmıştım galiba.

Sonraları manifaturacılar çarşısına çok sık gelir oldu. Her sabah uyanıp o gün nereden karşıma çıkacağına dair tahminler yapıp mutlu oluyordum. O bir çift koyu kahve göz mahvetmişti beni. Makara, fermuar alma bahaneleriyle habire dışarı çıkmamdan abilerim ufaktan anlamaya başlamışlardı bir şeyler olduğunu. Tek kelime edemedik aylarca. Hiç unutmuyorum üzerinde koyu lacivert beyaz da çizgileri olan merserize bir kazak vardı. Kadir Abi ile atölyenin iki sokak arkasındaki et lokantasının kaldırımındaki masada oturuyorlardı. Kadir Abi abimin liseden arkadaşı olurdu. Allah rahmet eylesin sirozdan öldü iki sene evvel. Siparişleri vermişler, bekliyorlardı. Kadir Abi beni görünce yanına çağırıp bana da bir servis açtırttı. Abimi sordu, epeydir uğrayamadığından bahsetti, babamın hastalığı, sordu da sordu ya, kim dinliyordu? Şimdi hatırladıkça, kim derdi ki Memedimle ayrı düşeceğiz.

“Gitmeliyim” dedi.

“Neden ?” dedim.

“Beni istemiyorlar” dedi. “Benimle gel” diye sordu.

Cevap veremedim.

“Az değil nerdeyse iki yılımız geçti birlikte” dedi.

Cevap veremedim.

“Ben gidiyorum” dedi.

Yalnızca arkasından baktım, tek kelime edemedim.

İki ay sonra bir Perşembe gecesi Hatice Teyze geldi bize. Mutfakta bir mektup sıkıştırdı entarimin cebine. Okuyamadım. Bir ay yanımda taşıdım mektubu da tek bir kelime bile okumadım. Okuduğumda ise çok memnun olmuştum onun için, keyfi yerinde idi. Çalışmalarına artık orada devam ediyormuş. Halimi hatırımı soruyor yazmam için ısrar ediyordu. İstediği birkaç kitap vardı sipariş vermişti bana, alıp mektupla birlikte ona yollayacaktım. Fransa’da çok okunan bir Türk yazardan bahsediyordu. Ta Fransızlar okuyor bu adamı, kim ola ki dedim. Ertesi gündü gidip kitapçıdan istediği kitabı aldım. Hem de iki tane, biri ona, biri bana. İlk okuduğum kitaptır İnce Memed. Amcam yanında çalışmamı isteyince ilkokuldan aldılardı beni. Allah’tan ilkokul diplomamı aldıydım. Ama kısmet değilmiş üniversiteleri görmek. Abimle mal almaya gittiğimiz İstanbul’da gördüydüm o heybetli okulu da içim gittiydi. Bak şimdi sen okuyorsun Beyazıt’ta.

Yavrum ne sormuştun sen bana?

“Kaç yaşındasın demiştim anneanne.”

Eskidendi -1-

Ahmet Taşkent

"gençlimi kimse bilmez, sakallarımdan çocuk kokusu, ağzımdan ay ışığı fışkırır benim, ceketimi yağmurlara astığımdan beri tehlikeli şiir okur, dünyaya sataşırım ben."

Eski ve güzel zamanlarda Cem'imle, Uygar'ımla, Kayhan'ımla, Yılmaz'ımla, İbrahim'imle, Emir'imle, Erkan'ımla gönül yoldaşlığı
yaptığımız Ahmet Kaya'ya...

Futbol oynamanın ya da seyretmenin hayatımızın yaklaşık %90'ını işgal ettiği dönemler. İçtiğimiz herhangi bir gece, listedeki hangi Ahmet Kaya şarkısını çalmamız konusunda danıştığım Yılmaz'ın her defasında hiç sıkılmamacasına "Dardayım" cevabı kadar tekdüze ve tekrar, Uygar'ın oynadığı halı saha maçları kadar esrik, benim Kadıköy'e her gelişimde sadece patsos yeme sözü vermem kadar kolpa, Emir'in aşk hikâyeleri kadar hüzünlü, Erkan'ın derdinizi dinledikten sonra "çok kötü olmuş abi" demesi kadar ferahlatıcı, Cem'in mutluluğu ve sıkıntıyı aynı anda yaşayabilmesi kadar kararsız, Kayhan'ın derin sessizliği kadar gürültülü ve İbrahim'in umursamazlığı-siklemezliği kadar patavatsız zamanlardı.

Güzeldi.

Tepkiler karakterler hakkında ufak ipuçları verir. "Benim bildiğim Beşiktaş'lı bir Süleyman Seba var, bir de sen varsın, başkası var mıydı?" dediğinizde Yılmaz kahkaha atarken Kayhan efkârlı bir "siktir git" çeker. Aşk konusunda sorduğunuz soruyla Emir'in gözlerini doldurmak mümkünken, İbrahim'in gözlerini devirip "çok da fifi" şeklinde tepki vermesi çok ilginç. Ya da sadece bana ilginç geliyor bilemiyorum.

Ders sırasında camdan dışarıyı seyrederken, spor salonun yeni zift dökülmüş çatısında dolaşan martının ayağının kayıp düşerek gözden kaybolduğu gün. Kareli metod defter sayfasını bir dolu bir boş şekilde karelerle doldurmaya ara verip bu komik olayı kaçırmadığım için kendime teşekkür ederken önüme kağıttan yapılmış bir uçak düştü. Döndüm etrafa baktım, tabi ki uçağı atan Erkan'dı. Tuhaf olansa Erkan'ın hemen yan sıramda oturuyor olması ve aramızdaki mesafenin 1 metreyi geçmemesiydi.

Erkan böyle birisiydi. Not yazmak yerine 10 dakika bekleyip tenefüste bana ne istediğini söyleyebilirdi, ancak o heyecanı ve küçük şakaları-süprizleri seviyordu. Onu ayakta tutan şey kimi zaman söylediği yalanlarla insanlara küçük oyunlar oynaması ve onları kandırması, kimi zaman da insanları coşturarak bir şey satın almalarını sağlamaktı. Son söylediğim biraz garip gelebilir ama biraz düşünün hak vereceksiniz.

Önümde duran uçağı açmaya başladım, işgüzar Erkan uçağın kanat kısmını bile bükerek bir şekil vermişti. Hadi uçağı yaptın hedefine ulaştın, insan bir de niye ayrıntıya girerek kuyruk kısmına özen gösterir ki? Kağıtta "akşam bizim evde içiyoruz çekirdek kadro" yazıyordu. Döndüm bir daha Erkan'a ve kafamla 'olur' işareti verdim.

(tu bi kontinyud)

Yemek ve Yamak -1-

Uygar GÜNERB

"Aslında bu çağda önemli bir yazar yok, kimse eskiler gibi samimi ve güzel yazamıyor. Bugün halen eser veren bazı yazarları "ülke yazın tarihinin en önemli yazarlarından" olarak gösterme çabası, "ülke yazını bitmedi" demek için değil, bu şahısla bizzat münasebet kurup "ben o büyük yazarı tanıyorum yahu, iyi arkadaşım" diyebilmek içindir." Bu Kez Güldürmedi, Uygar Günerb, 2013.

"Bu imdat frenini çekince ne oluyor" diye sordu zengin ve yaşlı adam. Okullar bitirmiş olan ama okul bitirmenin tek başına yeterli olmadığı yıllarda yaşıyor ve maalesef bu yaşlı ve zengin adamın yanında çalışıyor olan genç adam, "makinist treni durdurmak zorunda kalır ve bu freni acil bir durum olmadan çeken hakkında ciddi bir para cezası uygulanır" diye yanıtladı.

- Ne kadar çok bu "ciddi para cezası" dediğin? (ekmeğin 80 kuruş olduğu tarihte) 70 milyardan çok mu?
- O kadar yoktur tabii ancak, az bir para da değildir efendim.
- 70 milyar yoksa tamam, diyen yaşlı adam, kapalı ağzındaki tüm dişlerini göstererek imdat frenini çekti. bu diş gösterme, hem bu zengin züppeliğinin getirdiği gülümsemenin bir sonucu, hem de çok güç gerektiren bu kol çekme işini başarmak için kenetlenmenin bir gereği idi.

Yetkiyi, gücü, parayı bulunca şımarmanın klasik örneğidir bu. İnsanlar yetki, güç ve para var olduğundan beri bunları kötüye kullanmıştır. Irksal söylemine katılmamakla birlikte, "çingeneyi kral yapmışlar, önce babasını kesmiş" sözü, tüm anlatmak istediğimizi özetler.

Ben yıllarını yemek eleştirmenliğine vermiş birisiyim. Yanımda bugün Ahmet T. adlı pırıl pırıl bir delikanlı yetişiyor. Yaşım itibarı ile, Ahmet T. son öğrencim olacak gibi gözüküyor. Aslında bu yaşlarda Ahmet T.'yi veya bir başkasını da yetiştirmeyi düşünmezdim ancak nasıl hatırlanacağımı ve yemek eleştirmenlerinin, bugünkü popüler olanları bir tarafa, başka türlü de olabilieceğini gitmeden göstermek istiyorum. Daha önce yetiştirdiğim öğrenciler arasında kendini çok beğenmişler var. İştahla yeyip, bir lira ödemeyip, ustaları veya dükkan sahibini eleştiri içindeymiş gibi aşağılayanlar... Ustalar veya dükkan sahipleri de, gariban, reklamları yapılsın diye bu köpeğe sabır gösteriyorlar.

Yaşlandıkça sapıklaşan diğerleri gibi ben de durumu müstahcen biçimde anlatacağım. Herkes bilir, hikaye bu ya, soğukta mahsur kalan iki arkadaş, soğuktan donmamanın yollarını ararlar, ısınmak için hareket olsun diye, biri diğerine cinsel münasebette bulunmayı teklif eder. Arkadaşı önce yanaşmaz; sonra daha da üşüdükçe "yalnızca ısınana kadar devam etmesi" şartı ile kabul eder. Arkadaşı "önce ben iş tutayım" der ve başlar; saatler geçer, "iş tutan" arkadaşı, henüz yeterince iş tutamamış olacak ki durmaz. Bir ara, münasebeti zorla kabul eden kişi "kardeş, ısınmak için yapıyorsan tamam ama, s.kiyosan harbi ayıp ediyosun" der. Onun gibi, eleştiriyorsan tamam ama düz hakaret ediyorsun ve ayıp ediyorsun eski öğrencim; bir gün o ustalar da ısınmak isterler!

Uslu

Uygar GÜNERB

Geçmişte değil, yüzyılımızda cinsler arası iletişim ve bir iltifat olarak "uslu" üzerine bir inceleme...

Geçen konunun uzmanı olmayan (kimseye "cahil" demeyi kendime yakıştırmam) bir dostuma laktoz intoleransım olduğunu söyleyince, "halbuki senin biçok konuya toleransın var ama..." demesi beni şaşırttı. Evet, tam da toleransımızın sınırlarının görünmeyecek kadar yukarıda olduğu yıllardayız.

Bu yüzyılda dünya çok değişti; modern insan sayılan sözde atalarımız ateşi iki bin yılda bulmuşken, biz son yüzyılda yaşam kalitemizi iki bin kat arttırdık. İnsan teknolojinin getirisi olarak, diğerleri arasında, düşüncelerini rahatça açıklama ve herkese de ulaştırma imkanını kazandı ve bu da hoşgörüyü arttırdı. Alışılmadık fikirler ne kadar çok duyulursa, insanlara o kadar normal gelir. Düşünsel anlamda azınlıkta kalanların bu düşüncelerine alışılır...

Bana kadın erkek ilişkileri hakkında yazı yazmam söylenirse, söyleyene bakmadan iki bin sayfa nitelikli metin yazabilirim. yüzyılımızda insan ilişkileri, özellikle kadın erkek ilişkileri de değişikliğe uğradı. yirmi yıl öncenin en etkili aşk sözleri veya iltifatlar, bugün hiçkimse tarafından itibar edilmez klişe sözlerden sayılıyor. bu da belki düşünceyi herkese ulaştırma imkanının bir olumsuz sonucu olarak değerlendirilebilir. böylece, aşk sözlerinde ve iltifatlarda değişiklik yapmak icap etti ve bu yolda, bazı hemcinslerimiz, şimdiden ulaşılmaz başarıla elde ettiler. Yukarıda da ifade ettiğim üzere, bu yazının daha fazla uzamaması için, belli yeni yüzyıl iltifat sözlerine değinmek istiyorum.

1- Paris hilton'a köfte denmesi olayında, köfte, et yemekleri arasında her yerde bulunması, kolay pişmesi ve kemiksiz olması itibarıyla en kolayıdır, paris hilton'a "kolay ulaşılan kadın" denmek istiyor olabilir.
2- Sunucu olan hanımefendiye "ya sen o kadar tatlı bişeysin ki, bunun ismini veremiyorum" denmesi olayında, yemekteyiz programının unutulmaz siması hasan bey, kendisine "hasan abi seni arıyodum" diyen yarışmacı için "bunun ismini veremiyorum yani, bu.. bu.. bu.. iğrenç bişey" demişti, Beril aslında beğenilmiyor ama ayıp olmasın diye iltifat ediliyor. Aynı hanımefendiye "kedi canını senin" denmesi, kedilerin çıkarcı ve nankör olarak bilinmesi nedeniyle, iltifattan çok aşağılama olarak değerlendirilebilir.
3- prenses olarak adlandırılan hanımefendiye "o kadar güzel ki, tabi herkes göremiyor, ben görüyorum, huyu da güzel kendi de güzel, munis" (sözde) iltifatında, çok okumayan gençliğin "munis"in ne demek olduğunu bilmeyeceği öngörüsü ile eski dil sözcükleri söyleme olayıdır; yeni bir hiledir. Ayrıca prensesi beğenen varsa "ben onu gördüm, ilk olmayacaksınız, bu nedenle böyle bir arayışınız varsa vazgeçin" mesajını içerir.
4- natalie adlı hanımefendiye "charming and excellent woman" denmesinde, iltifatçının ingilizce bildiğini veya az bilse de bu bilgisine güvendiği, böylece cesurca bu dili konuşmayı tercih edebildiğini anlıyoruz. Günümüzde, az bildiği yabancı dili konuşması ile ses getiren bu anlamda bir cesur bir futbol teknik direktörü de vardır.
5- layne adlı hanımefendiye "lovely and candy woman" ve "mazlum ve mütevazi" gibi iltifatlarda, a- "mazlum ve mütevazi", 3. maddedeki "eski dil sözcüklerin kullanılarak, günümüzde eski dili bilmeyenlerin, bu dilde kullanılan sözcüklerin anlamlarını denetleyememeleri" kalıbına, b- "lovely and candy woman", 4. maddedeki "yabancı dilde iltifat" hakkındaki değerlendirmelerimize örnektir.
6- Ashley adlı hanımefendiye, "fazla şeker, very sweet you", "süper tatlı", "uslu" ve "very big cat", denmesi iltifatında, "very sweet you ve "very big cat" sözleri, yine yukarıdaki 4. maddede anlatılan kalıba uygundur.
Burada önemle üerinde durulması gereken günümüzde yaygın olarak kullanılan ve hayvan veya yabancı dile ya da eski dile ait olmayan "uslu" sözcüğüdür. "Uslu " sözcüğü, bugün usumuzda küçükken bize annemizin veya öğretmenimizin söylediği "uslu dur" uyarısında hayat bulmaktadır. Gençlerimiz, ders almamız gereken geçmişi de çabuk unuttuklarından, "uslu" sözcüğünün kendileri için söylendiğinde,
a. "küçükken öğretmenlerinin ve annelerinin onlardan olmalarını istediği insan olmayı başardığını düşünmeye" yaradığı,
b. doğru yolda oldukllarını,
c. "hiçbir hali beğenmeyen yaşlılara inat başarılı olduklarını",
biraz da yaşlılara başkaldırı havası içinde hissettirmektedir. Dolayısıyla bu söz, gençliği isyana teşvik ettiği için tehlikeli olarak yorumlanabilir.
7- adını bilemediğim bir hanımefendiye "ördek canını senin" söz öbeğinin bir iltifat olarak kullanılması, günümüzde, özellikle gençlerin ördek beslemediği, ördekleri yalnızca parklarda görerek yetiştikleri ve uzaktan uzağa sevimli buldukları gerçeği karşısında, ördeğin beslenmesi durumda, pis, üretken olmayan, hırçın ve dengesiz bir hayvan olduğunun bilinmemesi ile yine gençliğin bilgisizliği üzerine kurulmuş bir iltifat olduğunu söylemek gerekir...

Özet olarak, bu iltifatlarda bulunan kimseler ile tek ortak özelliğimiz, bir anadan doğmuş olmaktır. Bu iltifatların kendi içinde ortak özelliği ise, gençlerimizin yabancı dil, eski dil, geçmişi hatırlama(ders alma) ve hayvanlar gibi tüm konulardaki bilgisizliğinden, başarısızlığından güç almasıdır. Öyleyse, geleceğimiz olan gençlerimizi eğitmeliyiz.

Çinli ozan Kuan Tzu, (M.Ö. 11. yüzyıl)'nun gençlerin o unuttuğu geçmişte, hem de çok geçmişte, kaleme aldığı ancak geçerliliğini bugün bile halen koruyan şiirinde ne kadar da haklıdır. Kimseye iltifatta bulunmaz, gerçekçidir.

Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek,
Ağaç dik on yıl sonrası ise tasarladığın,
Ama yüz yıl sonrası ise düşündüğün, halkı eğit.

Bir kez ürün verir ekersen tohum,
Bir kez ağaç dikersen on kez ürün verir
Yüz kez olur bu ürün eğitirsen halkı.

Balık verirsen bir kez doyurursun halkı,
Öğretirsen balık tutmasını hep doyar karnı.

Bu Adam

Sedef Kalkavan

Meselesi bir günde anlaşılmayacak bir konudan bahsetmeyeceğim, zira tarzım dil. Ne gereği var kendini yormanın, zamanı çalmanın, üstelik alternatifleri bol iken kısıtlı bir hayata sıkışmış olmak yeteri kadar da darlamaz mı ki insanı. E zor işte, belli ki kafanın içindeki milyonlarca hatayı tekrar tekrar yaşayıp, ‘aman da ben bunlar üzerine ne diye vaktiyle uzun uzun istişarelerle karar veremedim’lerin zamansızlığı ve hatta yersizliği pek bi sıkar zaten canı.

Bu adamın adı ateş, demir, ege, berk gibi yeni dönem adlardan değil. Çift isim gruplarından da değil, can berk, ata can, efe hakkı… Aslında adının bir önemi de yok, biz ona ‘bu adam’ diyeceğiz.

Neticede başucunda küflenen duvarının bir nebze hava alması için çektiği yatağında titiz olmasına karşın mecburiyetten asimetrik yatan bu adamdan bahsediyoruz. Bu asimetrinin verdiği huzursuzluktan sebep, biraz eğreti yatan üstelik… ve hatta kıyın kıyın. Pencere yönüne kafası geldiğinden gün aymış mı aymamış mı bihaber olan, sabahları bir yudum çaysız ‘bir hiç’ olan bu adamdan. Üşengeçliğinden üstü başı ile yatıp ertesi günü kırış kırış geçiren bu adamdan.

Okunmuş, eğitilmiş hatta kısa da olsa bir iki iş tecrübesi sonucunda gömlek ile kravatın kendine yakışmadığına karar getirilip tez elden bırakılmış. Neticede, girişimci ruhu ile elindeki az miktar parayı birleştirip kedi maması almış. Yaklaşık iki buçık yıldır hayatını idame ettirebilmek için, bahçesinde titizlikle beslediği sokak kedilerinin taze meyvelerini satarak geçinir bu adam.

Her günki gibi zamansız hayatının bize göre iki buçuğunda uyanıp, ateşe çayı koyup, çıktığı bahçesinde Pagan Ritüellerini andıran gereksiz biraz da göstermelik ayılma egzersizlerini yapmaktadır. Yavruları inceler; cılız olan, çok yemiş karnı şiş olan, gözleri sorunlu tek göz dolanan ve günün talihlisi… annenin hali hazırda yalayarak temizlediği, etrafa şen ışıltılar saçan, biraz mahsun ‘tekir’.

Ufak gofret kutusunda, kafasına nasıl sığdığı zor anlaşılır o koca gözlerini devirerek, uzak doğuluları andıran beyaz uzun bıyıklarını titreterek etrafı izlemektedir tekir. Pırıldır, ışıldır ve evet iyi para edecek durumdadır. Ki bu kadarı bırak iki ayı, zorladın mı üçüncü ayı bile çıkartır bu adama.

Dudak kenarına yapışan, ucunda da uzunca bir kül biriken sigaranın dumanı, sağolsun ters esen rüzgarla tekire gelmektedir. Bu adam özensizdir, umursuz ve canı çekmesine karşın birasız. Sandeletindeki pis ayaklarının onu getirdiği yer Urumeli Hisarı’dır. İskele lokantasının yanında bir müddet demlenmektir niyeti, gün boyu orada takılıp nice sosyetenin ulaşamadığı bronzluğu yakalamış, Ara Güler kırışıklığındaki çehrelerle.

Uzatmak anlamsız…

vay efendim ‘burada içilir mi’ymiş

şangırr… bir pencereden kar taneleri gibi dökülen camların görüntüsü…

aman efendim ‘ne zararımız var size lan it’ cevabı…

ve döner bıçağının adaletsizliği…

E peki avlanmayı bilmeyen kendi yemeğini arayıp da bulamayacak hazıra konmuş bu kedilere kim bakar şimdi… o koca gözlü pırıl tekire?

Hoş Geldin Sayın Sedef...


Kuzguncuk Maslahatgüzarı, pek Sayın Ordinaryüs Profesör, kendi deyimiyle 'Sedefimo Kalkavano' bundan böyle makaleleriyle sizlerle birlikte olacak.

Kendisine otuzdokuz forması altında üstün başarılar diliyoruz yazışı.

'Otuzdokuz' Yönetim Kurulu

Hülagü ve Su Testisi

Uygar GÜNERB

Otuzdokuz yönetiminin bana görev vermesi üzerine bazı durum değerlendirmelerimi derleyerek bu yazıyı paylaşmayı borç bildim:

Hülagü Han (M.S. 1217 - 1265), bir tarihte düşmanlarına "Biz, Tanrı'nın kuvveti ile kaldık ve onun kuvveti ile muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, Tanrı'nın yeryüzündeki askeriyiz; kendisi gazabına uğratmak istediği kimselerin üzerine bizi gönderir. Hadiseler, size ibret ve sözümüz size nasihat olsun." sözleri ile seslenir. Çoğumuzca değerli bulunan yazarlarca kaleme alınmış olan ve geçmiş birtakım sözlere, olaylara referans vererek güçlendiğini zanneden yazılardan tiksinirim; bunu ilk olarak belirtmek isterim. Bu yazım sayın Sedef'e nacizane bir tavsiyem olarak algılanırsa memnun olacağım.

"Facebook sayfasında, ben sayın sedef'i göreve layık gördüğüm iletimi aleniyet kazanmadan, 1 dakika içinde silmiştim. Şu an iradem bu olmayabilir, sayın sedef lütfen benim gibi güçlü bir kalemi ve kusursuz bir beyni yanınıza alarak hareket edeceğinize itiraz etmeyeceğimi düşünmeyiniz; bu sıcak günde rüzgarı düşününüz ve beni: ben esersem mevsim değişir. tek değişkeni dikkate alıp konuşsam bile, her yazımda yerdiğim, bazen intak (intak: edebi bir metinde hayvanları konuşturma sanatı) sanatına konu ettiğim budak'a gıpta eden birini önermem söz konusu olamaz, ayrıca "gıpta" kelimesinin "gıpta ile bakılan görev", "budaka gıpta ile bakmak"ta olduğu gibi, tekrarı da hoş olmamış.

Twitter hesabım olmadığı için, twitter kullananlar ve kullanmayanlar için yapılan genellemelerde yer almıyorum, genellemeler dışıyım; değerli folklorik öğe köçek ahmet t.'nin ise benim için "genelleme dışı değil, genelleme üstü" dediğini duyar gibiyim. ibrahim'e gelince.. neyse, gelmiyim ibrahime.

Oligarşi konusunda değerlendirmeyi sayın editör cem t. yapacak ve onun yorumunun altına da imzamı atacağım ama çok kısa, otuzdokuzu bağlamayan firkimi söyleyeyim: oligarşik yapının ağırlığını olgunca taşıyanlar bilir; olgunların sırtında ağırlık anlamında pamuk olur oligarşi, pamuk temizdir ve bize temiz yürekli insanlar gerekli." pasajına yeterli cevabı alamamam üzerine çılgın dönüp, "önceki muhteşem yazıma neden cevap vermediğinizi anlamıyorum sayın Sedef. Belki karanlık günleri, adeta her an geceyi yaşadığımızın bilincinde olduğundan ve yarasalarla gece yarışılmayacağını bildiğin içindir. Bana yarasa demış olmana kızmıyorum. Aksine uçtuğumu kabul etmen büyük ıncelık." iletisini yazmayı zaruri gördüm.

Bilirsiniz ki Nasreddin Hoca, (M.S. 1208 - 1284) bir çocuğun eline testi verip su almaya göndermiş, öncesinde ise bir tokat aşk etmiş. Demişler "Hoca ne yaptı çocuk da ona vurdun?", Hoca "dikkatli olsun diye vurdum; testi kırıldıktan sonra vurmanın alemi yok" demiş. Su testisi su yolunda kırılır. Su testisi değiliz, su yolunda da değiliz ve kırılmayız bu en çok kenetlenmeye ihtiyacımız olduğu günlerde. İçten muhabbetlerimiz sunuyorum.

Ben Nerede Yanlış Yaptım?

Ahmet TAŞKENT


Mesaiye erken başlıyoruz bugün her halde diye geçirdi içinden tıkırtıları duyunca. Aniden ayağa kalktı, şöyle bir esnedi, gerindi. Hızlı adımlarla koridoru döndü.

'Bari bugün olsun güzel bir şeyler yiyeyim artık' dedi kendi kendine. Bugüne kadar denediği ve sonuç veren taktikler artık işlemez olmuştu.


Yavruyken geldiği evde yaptığı en ufak bir harekette bile onu çok seven kızıl saçlı kız yaşının büyümesi ve vücudunun aşırı gelişmesi sebebiyle yüzüne bakmaz olmuştu artık. Yaptığı en ufak bir yaramazlığa bile kızar olmuştu. Artık iyiden iyiye o da kızıl saçlı kızdan uzaklaştığını hissediyordu. Sevgiye muhtaç bir haldeyken sadece biraz sevgi görebilmek adına onun yanına gittiğinde bile kızın yemek vermesi için sırnaştığı iftiralarına maruz kalmaktan dolayı çok üzgündü. 'Ne yapsam yaranamıyorum artık' diye düşündü. Ama o sabahı kendine milat olarak seçti ve bundan sonra kızıl saçlı kıza sevgisini ispatlayacağına dair kendine söz verdi.


İlk iş olarak kızın açılan kapısından içeri daldı dolabında asılı duran kolyelerini zıplayıp aşağıya indirmeye çalıştı. Bunu yapmayı çok seviyordu. Ama nedenini anlayamadığı şekilde bunu yapınca kızıl saçlı kız anında yanında bitiveriyor ve tekme tokat allah ne verdiyse girişiyordu kendisine. Bu sefer öyle olmadı, kız çok uykuluydu ve "Yapma yoksa totoşuna vururum!" diye bir tehdit savurmakla yetindi.


Neydi bu totoş? Ne anlama geliyordu? Acaba vücudunun hangi uzvuydu? Bu soruları kendine yüzlerce belki de binlerce kez sormuştu ama cevabını bilmediği için bu tehdidin üzerine çekinerek hep durulmayı tercih ediyordu.


Kendini bu kıza nasıl sevdirebileceğini düşündü. Kız mutfağa girdiğinde peşinden girdi, bacağına sürtündü, sevgi gösterilerinde bulundu. Amacı kızın onun bu hareketleri üzerine yiyecek bir şeyler vermesi, onunsa ben bunları yiyecek için yapmadım diyip sırtını dönüp gitmek, bir nebze olsun kızın güvenini ve bugüne kadar ayaklar altına aldığı gururunu geri kazanabilmekti. Ama öyle olmadı, kız "Öf be git başımdan!" diye suratına çemkirip ayağıyla mutfağın dışına iteledi onu.


Kız neyse ki çorabının üstüne patiklerini giymişti, bu yüzden okşar gibi gelmişti kızın onu ayağıyla itelemesi, canı yanmadı. Ben yine de seviyorum kızıl saçlı kızı, geçen gün kafamdan tutup havada 2 3 salto yaptırıp fırlatmıştı ama biliyorum sevgisinden yaptı bana onu, o diğerleri gibi değil, beni seviyor diye düşündü. Salona geçti, boynunu büktü, sevdiği kızı uzaktan da olsa uğurlamak için kapıya doğru baktı. Kız öfleye püfleye evden çıktı.


Kızıl saçlı kız akşam eve döndüğünde çok mutlu bir hali vardı. Onu özlemenin verdiği heyecanla koşarak kızın yanına gitti. Kız yine tersledi onu. Gidip minderlere yattı, çok yorgun görünüyordu. Gitti kızın yanına yattı. Ve kızıl saçlarına dalarak kızı seyretmeye başladı. Kız yorgunluktan olacak uykuya daldı. Onu ne kadar sevdiği geçti aklından, inşallah onu hiçbir zaman bırakmazdı kızıl saçlı kız, yaptığı tüm şeylere rağmen onu hiçbir zaman sokaklara terk etmeyeceğini biliyordu.


Tam bunları düşünüyorken kız sayıklamaya başladı. Ne dediğini anlamak için yanına yaklaştı ve duyduklarıyla adeta beyninden vurulmuşa döndü. Kızın ağzından "mmııhh karakedii... çok tatlısın... senin kadar yumuşak tüyleri olan bir kediye ömrü hayatımda rastlamadım... benim kedim olur musun... söz onu evden atıcam seni alıcam... o ne küçük surat öyle... senin sayende karakedilere karşı bakış açım değişti... mmmıııı... yerim senin o totoşunu..." kelimeleri döküldü.


Allah kahretsindi yine o kelime! "Totoş ne ulan totoş ne çıldırıcam!" diye bağırdı. Ama artık totoşun ne anlama geldiğinin bir anlamı yoktu. Ne fark ederdi ki. Aldatılmıştı bir kere, sırtından vurulmuştu.


"Ben nerde yanlış yaptım?" dedi kendi kendine.

Çiçek Ekimi

Uygar Günerb

(erken bir ekim ayı yazısıdır)

Herkesin malumları olan bir araştırmaya göre, bir şehrin kalabalık bir meydanında birkaç meczup giyimli insan aniden yere yatıp "çök çök çök" diye bağırdığında kimse itibar etmemiş, aynı eylem takım elbise veya döpiyesli, bobstil ayakkabılı, bond çantalı kişilerce gerçekleştirildiğinde habersiz deneklerin çoğu yere çökmüştür. Ben bu olayla doğrudan bağlantılı bir anımı aktarma gayretinde olacağım.

Olay, askerlik borcumu ifa ederken yaşandı; hangi şehir olduğu bende kalsın, askerliğimi yapmakta olduğum yerde, çiçek ekimi için gönüllü olanların öne çıkması emredildi. Beni tanıyanlar iyi bilirler; derhal gönüllü oldum. Ayrıca çiçek ekiminin yapılacağı alanda blueberry (türkçesi belki "dağ çileği"dir, emin değilim) yetiştiğini genel coğrafi bilgimden usumda barındırmaktaydım. Benle birlikte başka gönüllüler çıktı, başımızda bir komutanla yola koyulduk.Komutan, yanımıza yemek almamamız gerektiğini, buna rağmen alanlar olursa kaliteli yiyeceklerin alınmasını zira bu yemekleri toplayarak kendisinin yiyeceğini aktardı.

Şimdi askerden dönmüş olanlar bilirler; benim İngilizce'de ve eski dilde "badi" denen, bugünkü adıyla "can dostu" denen arkadaşım, Niğdeli ve yiğit bir delikanlıydı.Türkçe'nin İngilizce'den ileri olduğunu, ancak bizim eski dilimizle yarışabileceğini düşünerek yürüyordum. Çiçek ekimi iyi gidiyordu.

Benim can dostum olan Niğdeli delikanlının, çiçek dikiminden iyi anladığı, gönül rahatlığı ile söylenebilir. Dikmekte olduğumuz çiçeklere çok kibar davranıyor; adeta ölmekte olan bir bebeği taşıyor gibi dikkatli biçimde çukura yerleştiriyordu…

Umursamaz oldukları halde, bazı görevlerden kaçacağını düşünerek gönüllü olanlar bizim gayretlerimizi hayranlıkla izliyorlardı. Feyz alıp utanmışlardı; çukurun yamacını hangi yöne yapacaklarını, can suyunun ne kadar döküleceği gibi sorular sormaya başlamaları oldukça hoşuma gidiyor, zamanım yettiğince onlara yol gösteriyordum. Bu arada ben de oldukça yorulmuştum ancak çok ve nizami yürüttüğümüz çiçek ekiminin ne kadar uzun sürerse, o kadar çok çiçek yetişeceğini biliyordum. Bir süre sonra yorulanlar, benim ve Niğdeli can dostumun yanına gelmişlerdi; komutanımızın "çiçek dikimini bırakabileceğimize" ilişkin talimatını beklerken sohbet ediyorduk.

Laf lafı açtı ve Niğdeli arkadaşım, askere gelmeden önceki son günlerde, Niğde'deki caddede bütün gün turladığını, heyecanla karışık bir çeşit korku yaşadığını anlattı. Ben caddenin adının "Cumhuriyet caddesi" mi, yoksa "Atatürk caddesi" mi olduğunu sordum. "Niğde'de bulundun galiba badi, Atatürk Caddesi" dedi. Ona ülkedeki caddelerin çoğunun adlarının "Cumhuriyet" veya "Atatürk" olduğunu, hele bir ilde yalnız bir cadde varsa, mutlaka bunlardan biri olması gerektiğini söylemedim elbet; yalnız "bulunmadım ama adını biliyorum" demekle yetindim.

Dikim işlemini bitirebileceğimize ilişkin talimat geldi ve olduğumuz yerden az uzakta, kendimize yatacak yer hazırlamak üzere yerlerdeki dikenleri, ayrıkotlarını, ısırgan otlarını, ebegümecileri, dereotlarını ve diğer tüm bitkileri temizlemeye başladık. Hoş, ısırgan ve diken dışındaki bitkileri temizlememize gerek yoktu ancak kalabalık bir halde sohbete dalıp işi gereksiz uzatmıştık. Ben, nasıl mütevazi olarak ifade ederim bilmiyorum, bilgim, görgüm ve olgunluğumdan kaynaklı olduğunu zannettiğim bir ilgi görüyordum. Niğdeli can dostum kıskanmış olacak ki, yazları Atatürk Caddesi'nde tezgah açıp çalıştığını, kışın ise bu para ile okuduğunu anlattı, hangi okulu bitirdiğini sorduklarında ise "orta son terk" dedi. Yanımızdaki arkadaşlardan Emir B./Diyarbakır künyeli birisi densizce "lan, 'okudum diyosun, 13, hadi 15 yaşında okulu bırakmışsın, naaptın askere gelene kadar geçen 5-6 senede?" diye sordu. Niğdeli can dostum bu söze oldukça sinirlendi ve köpürerek "hayat gailesi anlamazsın. Atalar ne güzel söylemiş: "Etme çoluk çocukla sohbet küstürürsün / Silme cam kırığıyla göt, kestirirsin" dedi.

Utancımdan yerin dibine girdim desem yeridir. Bu sözün üzerine, Niğdeliye soruyu soran Emir B., söylenendeki kaba sözlere alınmış olacak ki, Niğdeliye cenk etmeye yeltendi, bu kargaşayı gören komutan bize dağılarak yatmamız talimatını verdi. Hemen insanlar harekete geçtiler ve yatmak için hazırlıklara başladık.

Kalabalık dağıldıktan sonra Niğdeli can dostum ile soğuktan biraz olsun korunmak için birbirimize sırtımızı verip yattık. Uyumak üzereyken, Niğdeli can dostumdan şöyle bir söz öbeği duydum: "badi, dayamıyorsun değil mi, badi?", hemen şaşkınlıkla "ne münasebet, yok öyle bir şey" dedim. Niğdeli, "ne bileyim ben hiç Erzurum'u görmedim ama derler ya, Erzurum'a Karslı gidip dönmüş, Karslı'ya sormuşlar "Ne gördün Erzurum'da, diye. O da, "bir numarası yok, ekmeğe lavaş, godoşa dadaş diyorlar" cevabını vermiş. O bakımdan dedim." Erzurumlu olmadığımı ama Karslı'nın dediği gibi, insanları memleketine göre ayırmanın doğru olmadığını, çiçek ekiminin ne ulvi bir faaliyet olduğunu, dağ çileği toplayamadığımı, benim gibi birisinin nasıl kendisine dayıyor (yazarken bile utanıyorum, affedin) olabileceğime ihtimal verdiğini falan anlatmak varken, onunla onun dilinden konuşmaya, halka inmeye gayret ettim: "Ben niye yine buradayım biliyor musun kral devrem, borcumu ödemek için, ilk harflere bakan dikkatli dostlarıma bir selam göndermek için döndüm!". Niğdeli can dostum, terhis tarihimin üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen, halen arayıp halimi hatrımı sorar ve Atatürk caddesindeki evinin bahçesine çiçek ekmeye ve şarap içmeye davet eder. Ama ben onun içtiği ucuz şarapları içemem.

22.7.011 - Gevaş/Van

Hoş Geldin Üstad...


'Ben yazdım' akımının kurucusu ve öncüsü, edebiyat dünyasının hırçın kalemlerinden Uygar Günerbüyük makaleleriyle yeniden aramızda olacak.

Hoş geldin üstad.