
Hafta sonu bir sergi açılışındaydım.
Son bir yıldır hiçbir sergiye gitmek istememiştim, güncel sanatta bir güncellik bulmak zorlaşmıştı. Artık aynı şeyleri görmekten çok sıkıldığım için, gelen davetiyeleri çoğunlukla görmezden gelsem de, buna hayır diyemedim, diyemezdim.
Sergi, Tatbiki zamanlarından tanıdığım bir dostumundu. Yıllardır bir şey üretmemiş ve kendini tamamen düşünmeye ve okumaya vermiş olan bu dostum, okulu bitirememiş, kısa bir yurt dışı macerası geçirmiş ve sonunda kendisini bohem hayatın bataklığında kaybetmişti.
Kuledibinden Karaköy’e doğru inen karanlık çarpık sokaklarda kaybolmak üzereyken, burnuma gelen Che purosunun kesif kokusu, bana serginin yapılacağı depoya çok yakın olduğumu hissettirdi. Ve işte oradaydı; kapının önünde, bir elinde başparmak kalınlığında artık sönmeye yüz tutmuş Che diğer elinde balon kadehle, sahte kahkahalar atıyor, yeni mezun birkaç küçük kızı etkileyebileceğini düşünüyordu. “Ben öğrenciyken Maltepe, Samsun, tekçilerden ne bulsam onu içerdim, şimdi sigara kokusuna tahammülüm yok, Küba’ya gittikçe kendime puro alıyorum”
Karşı kaldırımdan, “O elindekini Nikaragua’da bir Türk’ün fason ürettiğini biliyorsundur herhalde.” diye bağırma ihtiyacı duydum, yapmadım. Bunun bana bir faydası yoktu. Beni görünce gözleri parladı, “Gelemeyeceksin sanıyordum, içecek bir şeyler alsana kendine.”
Hızlıca koluma girdi ve beni, nem, sigara ve ucuz şarap kokan depoya soktu. İçerisi şaşılacak derecede kalabalıktı. Genç bir grup kapının ağzında toplanmış, çalan New Age saçmalığına sağa sola sallanarak kendilerinden geçmiş bir şekilde eşlik ediyorlardı. Konu müzik olduğunda dostum, Malatya türkülerinden ileri gidememişti, ama bunu saklamak konusunda tam bir blöfçüydü. Duvarın yanındaki masaya doğru gittik. Bir kadeh içine, karton kutudan kırmızı şarap doldurarak bana uzattı. Dolmen. Ucuz şarap konusunda yanılmamıştım.
Sessizliğimi fırsat bilerek konuşmaya başladı ve bir daha susmadı. Arada bir, onay beklercesine suratıma bakıyor, geri kalan zamanında sergiye gelen gideni kontrol ediyor, özellikle kadınları uzun uzun seyre dalıyor, arada bir gerçekten tanıdığı birkaç kişiye adıyla selam veriyor, tanımadıklarının tümünü ise sanki en yakın dostuymuşçasına bir samimiyetle kucaklarken, onlara “şeyciğim” diye hitap ediyordu. Hala birkaç sıkı bağlantının onu zengin ve mutlu edeceği yanılgısı içindeydi.
Sergi mekanını anlatarak başladı önce, oradan tüketim toplumu ve popüler kültüre sıçradı, son okuduğu bir kitaptan konu açtı ve K. İskender’in birkaç şiirinden alıntı yaptı. Bana son zamanlarda neler yaptığımı sordu, radyo programımdan bahsedecek oldum ama söylediklerimle ilgilenmediği belliydi, sustum, o kendisini anlatmaya devam etti. “Düşünüyorum, bu aralar düşünüyorum, otobüse biniyorum, otobüsle geziyorum, düşünüyorum, otobüste kitap okuyorum, herkes bana bakıyor, işte böyle bir ülke burası.” Ülkenin durumundan, kısa bir süre içinde yeni öğrendiği bir suşi tarifine geçti. Sonra Mustafa filmini izleyip izlemediğimi sordu. Kendisi henüz izlememişti ancak filmle ilgili tavrımızı bir basın bildirisiyle açıklamamız gerektiğinde bir süre ısrar etti. Canım çok sıkılmıştı. Seneler önce terk ettiğimi sandığım bu ortamın içinde kendimi bir kez daha bulmuştum. Daraldım. O hala konuşuyordu, Beyoğlu’nun güncel sanatın merkezi olma özelliğini nasıl yitirdiğinden, kapanan galeriler konusunda içinin nasıl yandığından bahsediyordu. O bundan bahsederken ben de içimin yandığını hissettim, elimdeki şaraptan bir yudum aldım ancak içilecek gibi değildi. Çaktırmadan kadehi masaya geri koydum.
Henüz neyi sergilediğini dahi görmemiştim ancak bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. “Eee? İşler nerde?” diye sordum. Tam o sırada dostumun ilgisi, kabarık kıvırcık saçlarıyla kapıda duran kumral adama yöneldi. “Tüluğhan!” diye seslendi. Bu o müzisyen arkadaşıydı. Adamın bakışlarında bir tekinsizlik fakat yoğun da bir kendine güven vardı. Müzisyeni benimle tanıştırdı. Müzisyen elimi sıktı ve birden son yaptığı bestesini önce mırıldanarak ardından bariz bir şekilde sesinin tonunu yükselterek, scat yaparak söylemeye başladı. Bitirdiğinde; dostum, elindeki boş balon kadehi koltuğunun altına alarak, dişleri arasına sıkıştırdığı sönük purosuyla hararetli bir şekilde alkışlamaya başladı. “Harikulade, harikulade, Tüluğhan’cığım şahanesin” . Müzisyen kendisine alışmış olacak, bu tezahüratlara fazla aldırmayarak bana döndü ve “Bu senfonimde önderimizi obua olarak düşünüyorum, sen ne dersin?” diye sordu. Ben, kibar bir şekilde maalesef orkestrasyondan anlayamadığımı ama muhteşem bir eser çıkaracağına inandığımı söyleyerek, dostum ve müzisyeni birbirlerini pohpohlamaları için baş başa bırakıp onlardan ayrıldım.
Deponun orta bölümünde kalabalığın ortasında tek bir iş sergileniyordu. Tek bir iş üretip sergi açmayı çok şımarıkça buldum ancak bu son günlerin güncel sanat ortamında şaşırılacak bir durum da değildi hani. Yaklaşınca gördüm ki, koltukları, dikiz aynaları, cama asılmış örgü karpuz dilimi, torpido üstü dantelli havlusu, arka cama yapıştırılmış ülke plakaları ile bir minibüs dekoru oluşturulmuştu. Ziyaretçiler alttan bir mekanizmayla sallanan bu platforma çıkıyor ve kendilerini minibüste gibi hissediyorlardı. Ellerinde kadehlerle, fonda çalan Yanni eşliğinde, bu dekor içine doluşup eğlenen ve kenarda kahkahalar atan zibidileri görünce çok sinirlendim. Hayatlarında minibüs görmemiş gibi davranıyor, bedava ucuz şarabı bulunca bardak bardak içiyorlardı. Kendilerini kandırsalar beni kandıramazlardı. Öyle sinirlendim ki, kimseye hakaret etmek alışkanlığım olmadığı halde onları kendi içimde zibidi olarak nitelendirdim. Bu gündelik hayata dışarıdan bakarak küçümseme, kendini üstün görme pozları asabımı bozuyordu. Gündelik hayat benim için ciddi bir meseleydi ve kimsenin alaya almasına izin veremezdim. İş’in sergilendiği bölümün yanındaki duvara asılan sekiz sayfalık eser metnine yaklaştım.
“…minibüsün alegorik bir eleman olarak kullanıldığı bu eserde imge, ses ve hareket arasındaki ilişki birbirlerini tamamlayıcı olduğu kadar aynı zamanda bireyin algısını yöneten bir güce ve yoğunluğa sahiptir. Bu söylemler çerçevesindeki bütünsel ilişki bireyde kültürel normların yarattığı ve buyurduğu şekilde bir algı oluşturur…”
Daha fazla okuyamadım, ‘Atla Gel Şaban’ filminden araklayarak yaratmış olduğu belli olan işe bir de oturup sekiz sayfalık copy-paste metin oluşturmuştu. Dayanamayarak, içimden dostum için de bir zibidi nitelemesi savurdum.
Karaköy’e kadar nasıl yürüdüğümü dahi hatırlamıyorum. Vapura binip ince bellide çay içmek için can atıyordum. Sergi aklıma gelince, kendimden utanarak bunu dahi yapamadım. Boğazım kupkuru olmuştu. Vapurdan inip minibüse bindim. Arkadan gelen bütün paraları şoföre uzattım, kafa yağı ve nefes buğusundan ötesi görünmeyen camı ceketimin koluyla silip dışarı baktım. Zibidi herifler, ben o minibüsü her gün yaşıyordum, hem de ucuz şarap ve Yanni olmadan.
1 yorum:
harikulade olmuş, tebrikler üstad.
Yorum Gönder