Yok Devenin Nalı!

Başak BAŞGUT

Yine bir otel odasındaydı. Hani duvarlar üstüne üstüne gelir ya insanın... Hele bu sefer kendini tam anlamıyla bir hücrede gibi hissediyordu. Hepsi bir yana bir de şu anket meselesi çıkmıştı. Hakikaten de neyin nesiydi bu şimdi, “Her şeyimiz tamdı da bir anketimiz eksikti...” diye düşündü. Tekrar dönüp hücresinin duvarlarını inceledi. Bu sefer sözünü etmeye değer hiç bir şey bulamadı, ortalama bir otel odasıydı işte. Çekmecesinde bir seccade ve kıbleyi gösteren ok bulunduran “yaratıcı” elin dokunduğu o yerlerden değildi mesela. Madem hizmette sınır yok, neden bir pusula değil de ok diye düşünmüştü o zamanlar ilk şoku atlattığında. Cevabı yine aynı ok, bu sefer yorgun argın yatağına uzanıp uykuya dalmaya çalışırken tavandan kalbine saplanarak vermişti. Tabiki de cevap belliydi: Hangi pusula bu kadar etkili olabilir, bu kadar yürekten çağırabilir ve doğru yolu gösterebilirdi ki?

Tam bunları düşünürken ekranın sol köşesinden açılan pencereyle önce irkildi, sonra gülümsedi.

“Windows media player found: “53rizeli53-pc”

Oda gayet normaldi ama otel muhteviyatı da fena değildi demek ki. Hem böylece yarın kahvaltıda rizeliyi bulma oyunu oynayarak kendini de eyleyebilirdi. Yatıp uyuması gerekirken oturmuş nelerden bahsediyordu. Bu anket meselesi hakikaten canını çok sıkmış olmalıydı. Onu birazcık olsun tanıyanlar uykusundan feragat ettiyse kendisine yapılan bu haksız ithamdan ne denli rahatsız olduğunu kolaylıkla tahmin edebilirdi. Ama ne kadar hayra yormaya çalışsa da bunun altında da art niyet aramıyor değildi. Hoş aramadan da bulabilirdi ya neyse. Hafızasını azıcık zorlaması yetmişti. Zamansızlıktan ve yoğunluktan yakınırken bunu bir bahane olarak algılayıp “ahı... sen de iş kadını oldun değil mi şimdi? Ahı ahı!” diye gülen de, acılarıyla dalga geçen de çakma Cihangir enteli C.T.’den başkası değildi. Moda’lı olduğu için ayrı tuttuğu İ.B.’nin de ondan farklı kalır bir yanı yoktu. Cümbür cemaat içmeye eğlenmeye çıkılan gecelerde anca 5 fındık votka sonrasında arayıp çağırmak aklına gelir, şehirdışında olduğunu söylediğinde ise anlayabildiği kadarı ile “iiiii, olmamışo olmamış, öyle iş mi olur iiii, çokkötükötüü...” der, telefonu kapatır, insanı cinnetin kıyısına yaklaştırırdı. Düşündükçe daha çok hatırlamaya, hatırladıkça daha çok sinirlenmeye başlamıştı. Niğde gazozuna methiyeler düzerek çileden çıkmasına sebep olanlar da yine onlar değil miydi?

Bu anket de olsa olsa bu kıtibiyozlarından elinden çıkmıştı. Öyle bile olsa onlara kızamadı, hatta biran durup düşününce onları ne kadar uzun zamandır görmediğini farketti. Neredeyse özlediğinden bahsedecekti ki “yok deve!” dedi içinden. Birden irkildi. Gerçekten de bu sefer tuzağa düşmüştü. Sinirine yenik düşüp kapanan gözlerinin arasından alelacele bir şeyler karalamak, dandik bir yazı yazıp o da yetmezmiş gibi içine yersiz duygusallıklar serpiştirmek neyse de, kendinden üçüncü şahıs olarak bahsetmek de neyin nesiydi? “Yok deve!” dedi içinden, “ne hallere düştük...”

Ama doğrusu “Yok devenin nalı.” olmalıydı.

Büyük Çerçeveli Gözlük

Ahmet TAŞKENT

Değerli üstad İpek Özarmağan’ın yazısında bahsi geçince durunamadım ve bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.

Şunu anladım ki, nerde yumuşak ses tonlu, etkileyici sayılabilecek üsluba sahip bir insan görelim, anında dibimiz düşüyor. Çok seviyoruz bu tarz adamları. İsteseler pantolonumuzu sıyırabilecekmiş gibi bir halimiz var. Her söylediklerini kabul ediyoruz, hele popülist bir şeyse bu söylenen, adamın hastası oluyoruz. Zaten bize söylenenlerin temelini araştırmayı sevmeyen insanlarız. Hemen inanmayı çok seviyoruz. Sorgulamaktan nefret ediyoruz. Doğruyu öğrenmek veya bize anlatılanlar hakkında bilgi toplamaktan nefret ediyoruz. Niye uğraşalım ki? Türk toplumu olarak hepimiz yorgunuz. Karanlıkta kalmayı seviyoruz. Bize ışık tutacak bir insana muhtacız. "Size ışık tutucam, toplanın yamacıma" diyen adamın arkasından koşarız. Çünkü kendimiz niye canımızı sıkalım araştırmakla, bir şeyleri öğrenmeye çalışmakla değil mi ama?

Bu anlattıklarımı Can Dündar sizden benden daha iyi biliyormuş onu anladım. Bir defa okumuş-görmüş adam değil mi? Zeki ve etkiliyici bir konuşma tarzı var. 40 kelime varsa elinde, içlerinden hangisini seçeceğini ve insanlara söyleyeceğini iyi biliyor. Hem bir kere herşeyden önce büyük çerçeveli gözlükleri var. Hayret, Uğur Mumcu'nun işine yaramamıştı bu gözlükler, Can Dündar'ı yaptığı işlerde başarıdan başarıya koşturuyor oysa!

Sorulan sert sorulara büyük bir içtenlikle cevap verebiliyor, ah hele o sakin ses tonu yok mu? İnsanın içini eritiyor. Bu adam hayatımızda gördüğümüz en ağırbaşlı, sakin, lafını bilen, olgun ve "demokrat" adam olmalı. Sarı Zeybek'i de yaptı, demek ki Atatürk'ü o da bizim gibi seviyor. Değişmiş olamaz, hala seviyordur Mustafa Kemal'i değil mi? Bu ülkedeki değişimine tanık olduğumuz tek bir adam vardı, o da Kasımpaşa'dan çıktı. Başka hiç kimse değişmiş olamaz, 10 yıl önce hangi fikirdeyse hala aynı fikirdedir. En azından böyle belli başlı konularda.

Biraz önce seyrettiğim ‘Mustafa’ filmi hakkında şu sahnede şu vardı şu sahnede bu vardı diyip uzatmanın bir manası yok. Kitap yazarım istersem bu konu hakkında. Kaç satar orasını bilemem. 29 Ekim'de satışa sunarsam belki çok satabilir bilemiyorum.

Cımbızla çekilmiş cümleler, kaynaksız ve eksik bir çok bilgi, özellikle "Mussolini ve heykeltraşı" hakkında ince dokundurmalar, laf cambazlıkları vs... Bunlardan bahsetmeye gerek görmüyorum. Aşağıdaki istatistiki bilgi bana yeter de artar bile. Size yetmeyebilir, istediğinizi düşünmekte özgürsünüz tabi.

Film: 1 saat 50 dakika
Çocukluk ve gençlik yılları: 30 dakika
Mektuplaştığı kadın, Latife Hanım vs.: 15 dakika
Kurduğu sofralar,yalnızlığı ve biçareliği, rakı olayı: 40 dakika
Trablusgarp ve Çanakkale Savaşları, Samsun'a çıkış, Kongreler, T.B.B.M'nin açılışı, 3 yıllık Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet'in ilanı, Siyasal & Eğitim & Kültür & Toplumsal & Sosyal & Ekonomi & Hukuksal Devrimler, Enstitüleşme: 25 dakika

"Ben Mustafa Kemal'in kurduğu sofralar, aşkları, yalnızlığı üzerine bir film yapıyorum" diyebilirdi Can Dündar. Ama demedi. Filmin adını "Mustafa" koydu, 29 Ekim'de vizyona soktu. "Mustafa Kemal'in doğumundan ölümüne bir film yapıyorum" dedi. Dememeliydi, diyemez. Derse Aziz Nesin'in o meşhur tespitinin ışığında çoğu insanı söylediğine inandırabilir, ama herkesi değil.

Milli piyango bileti aldım. Eğer büyük ikramiye bana çıkarsa bütün paramı Can Dündar’ın ergenlik çağındaki masturbasyon anılarını anlatan bir film çekmek için harcayacağım. Filmin adı "Can" olacak. Herhangi bir ayın 31'inde gösterime sokacağım. Ve filmin konusunun "Can Dündar’ın doğumundan bugüne kadarki hayatı" olduğunu anlatıcam filme gelmeyi düşünen insanlara.

Nasıl olsa inanırlar bana hiç kimse sorgulamaz ne halt ettiğimi.

Çünkü biliyorum toplumumuz sever yumuşak ses tonunu, etkileyici üslubu, üstadın buyurduğu gibi 'bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilme'yi.

Hafta Sonu Bir Sergi Açılışındaydım

İpek ÖZARMAĞAN

Hafta sonu bir sergi açılışındaydım.

Son bir yıldır hiçbir sergiye gitmek istememiştim, güncel sanatta bir güncellik bulmak zorlaşmıştı. Artık aynı şeyleri görmekten çok sıkıldığım için, gelen davetiyeleri çoğunlukla görmezden gelsem de, buna hayır diyemedim, diyemezdim.

Sergi, Tatbiki zamanlarından tanıdığım bir dostumundu. Yıllardır bir şey üretmemiş ve kendini tamamen düşünmeye ve okumaya vermiş olan bu dostum, okulu bitirememiş, kısa bir yurt dışı macerası geçirmiş ve sonunda kendisini bohem hayatın bataklığında kaybetmişti.

Kuledibinden Karaköy’e doğru inen karanlık çarpık sokaklarda kaybolmak üzereyken, burnuma gelen Che purosunun kesif kokusu, bana serginin yapılacağı depoya çok yakın olduğumu hissettirdi. Ve işte oradaydı; kapının önünde, bir elinde başparmak kalınlığında artık sönmeye yüz tutmuş Che diğer elinde balon kadehle, sahte kahkahalar atıyor, yeni mezun birkaç küçük kızı etkileyebileceğini düşünüyordu. “Ben öğrenciyken Maltepe, Samsun, tekçilerden ne bulsam onu içerdim, şimdi sigara kokusuna tahammülüm yok, Küba’ya gittikçe kendime puro alıyorum”
Karşı kaldırımdan, “O elindekini Nikaragua’da bir Türk’ün fason ürettiğini biliyorsundur herhalde.” diye bağırma ihtiyacı duydum, yapmadım. Bunun bana bir faydası yoktu. Beni görünce gözleri parladı, “Gelemeyeceksin sanıyordum, içecek bir şeyler alsana kendine.”

Hızlıca koluma girdi ve beni, nem, sigara ve ucuz şarap kokan depoya soktu. İçerisi şaşılacak derecede kalabalıktı. Genç bir grup kapının ağzında toplanmış, çalan New Age saçmalığına sağa sola sallanarak kendilerinden geçmiş bir şekilde eşlik ediyorlardı. Konu müzik olduğunda dostum, Malatya türkülerinden ileri gidememişti, ama bunu saklamak konusunda tam bir blöfçüydü. Duvarın yanındaki masaya doğru gittik. Bir kadeh içine, karton kutudan kırmızı şarap doldurarak bana uzattı. Dolmen. Ucuz şarap konusunda yanılmamıştım.

Sessizliğimi fırsat bilerek konuşmaya başladı ve bir daha susmadı. Arada bir, onay beklercesine suratıma bakıyor, geri kalan zamanında sergiye gelen gideni kontrol ediyor, özellikle kadınları uzun uzun seyre dalıyor, arada bir gerçekten tanıdığı birkaç kişiye adıyla selam veriyor, tanımadıklarının tümünü ise sanki en yakın dostuymuşçasına bir samimiyetle kucaklarken, onlara “şeyciğim” diye hitap ediyordu. Hala birkaç sıkı bağlantının onu zengin ve mutlu edeceği yanılgısı içindeydi.

Sergi mekanını anlatarak başladı önce, oradan tüketim toplumu ve popüler kültüre sıçradı, son okuduğu bir kitaptan konu açtı ve K. İskender’in birkaç şiirinden alıntı yaptı. Bana son zamanlarda neler yaptığımı sordu, radyo programımdan bahsedecek oldum ama söylediklerimle ilgilenmediği belliydi, sustum, o kendisini anlatmaya devam etti. “Düşünüyorum, bu aralar düşünüyorum, otobüse biniyorum, otobüsle geziyorum, düşünüyorum, otobüste kitap okuyorum, herkes bana bakıyor, işte böyle bir ülke burası.” Ülkenin durumundan, kısa bir süre içinde yeni öğrendiği bir suşi tarifine geçti. Sonra Mustafa filmini izleyip izlemediğimi sordu. Kendisi henüz izlememişti ancak filmle ilgili tavrımızı bir basın bildirisiyle açıklamamız gerektiğinde bir süre ısrar etti. Canım çok sıkılmıştı. Seneler önce terk ettiğimi sandığım bu ortamın içinde kendimi bir kez daha bulmuştum. Daraldım. O hala konuşuyordu, Beyoğlu’nun güncel sanatın merkezi olma özelliğini nasıl yitirdiğinden, kapanan galeriler konusunda içinin nasıl yandığından bahsediyordu. O bundan bahsederken ben de içimin yandığını hissettim, elimdeki şaraptan bir yudum aldım ancak içilecek gibi değildi. Çaktırmadan kadehi masaya geri koydum.

Henüz neyi sergilediğini dahi görmemiştim ancak bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. “Eee? İşler nerde?” diye sordum. Tam o sırada dostumun ilgisi, kabarık kıvırcık saçlarıyla kapıda duran kumral adama yöneldi. “Tüluğhan!” diye seslendi. Bu o müzisyen arkadaşıydı. Adamın bakışlarında bir tekinsizlik fakat yoğun da bir kendine güven vardı. Müzisyeni benimle tanıştırdı. Müzisyen elimi sıktı ve birden son yaptığı bestesini önce mırıldanarak ardından bariz bir şekilde sesinin tonunu yükselterek, scat yaparak söylemeye başladı. Bitirdiğinde; dostum, elindeki boş balon kadehi koltuğunun altına alarak, dişleri arasına sıkıştırdığı sönük purosuyla hararetli bir şekilde alkışlamaya başladı. “Harikulade, harikulade, Tüluğhan’cığım şahanesin” . Müzisyen kendisine alışmış olacak, bu tezahüratlara fazla aldırmayarak bana döndü ve “Bu senfonimde önderimizi obua olarak düşünüyorum, sen ne dersin?” diye sordu. Ben, kibar bir şekilde maalesef orkestrasyondan anlayamadığımı ama muhteşem bir eser çıkaracağına inandığımı söyleyerek, dostum ve müzisyeni birbirlerini pohpohlamaları için baş başa bırakıp onlardan ayrıldım.

Deponun orta bölümünde kalabalığın ortasında tek bir iş sergileniyordu. Tek bir iş üretip sergi açmayı çok şımarıkça buldum ancak bu son günlerin güncel sanat ortamında şaşırılacak bir durum da değildi hani. Yaklaşınca gördüm ki, koltukları, dikiz aynaları, cama asılmış örgü karpuz dilimi, torpido üstü dantelli havlusu, arka cama yapıştırılmış ülke plakaları ile bir minibüs dekoru oluşturulmuştu. Ziyaretçiler alttan bir mekanizmayla sallanan bu platforma çıkıyor ve kendilerini minibüste gibi hissediyorlardı. Ellerinde kadehlerle, fonda çalan Yanni eşliğinde, bu dekor içine doluşup eğlenen ve kenarda kahkahalar atan zibidileri görünce çok sinirlendim. Hayatlarında minibüs görmemiş gibi davranıyor, bedava ucuz şarabı bulunca bardak bardak içiyorlardı. Kendilerini kandırsalar beni kandıramazlardı. Öyle sinirlendim ki, kimseye hakaret etmek alışkanlığım olmadığı halde onları kendi içimde zibidi olarak nitelendirdim. Bu gündelik hayata dışarıdan bakarak küçümseme, kendini üstün görme pozları asabımı bozuyordu. Gündelik hayat benim için ciddi bir meseleydi ve kimsenin alaya almasına izin veremezdim. İş’in sergilendiği bölümün yanındaki duvara asılan sekiz sayfalık eser metnine yaklaştım.

“…minibüsün alegorik bir eleman olarak kullanıldığı bu eserde imge, ses ve hareket arasındaki ilişki birbirlerini tamamlayıcı olduğu kadar aynı zamanda bireyin algısını yöneten bir güce ve yoğunluğa sahiptir. Bu söylemler çerçevesindeki bütünsel ilişki bireyde kültürel normların yarattığı ve buyurduğu şekilde bir algı oluşturur…”

Daha fazla okuyamadım, ‘Atla Gel Şaban’ filminden araklayarak yaratmış olduğu belli olan işe bir de oturup sekiz sayfalık copy-paste metin oluşturmuştu. Dayanamayarak, içimden dostum için de bir zibidi nitelemesi savurdum.

Karaköy’e kadar nasıl yürüdüğümü dahi hatırlamıyorum. Vapura binip ince bellide çay içmek için can atıyordum. Sergi aklıma gelince, kendimden utanarak bunu dahi yapamadım. Boğazım kupkuru olmuştu. Vapurdan inip minibüse bindim. Arkadan gelen bütün paraları şoföre uzattım, kafa yağı ve nefes buğusundan ötesi görünmeyen camı ceketimin koluyla silip dışarı baktım. Zibidi herifler, ben o minibüsü her gün yaşıyordum, hem de ucuz şarap ve Yanni olmadan.

Boş Adam

Kayhan KOLCU

‘Boş adam ne demektir, kime denir?’ sorusunu ‘İşsiz, güçsüz veya asalak adam’ olarak yanıtlamak, sanırım haftalık market alışverişinde yardımcı rolü üstlenen kas gücü olma işini kardeşe yükleyerek başından savmakla eşdeğerdir; zira sorulan soru bu şekilde geçiştirilmeyi hak edecek kadar basit değildir. Bu son derece yaygın, rahatsız edici, yanlış kanıyı düzeltmek için bir açıklamanın gerekliliği tartışılmazdır.

Etrafımıza sayıları yadsınamayacak kadar çok olan boş adamlar sanılanın aksine bilgisiz, kültürsüz, hiçbir şeyden anlamayan adamlar değillerdir. Aralarında böyle olanları da vardır fakat bu şekilde bir genelleme hataya götürür. Düz veya aylak belki, fakat kültürsüz denemezler. Boş adamlar en basit tanımla basit adamlardır. Basit düşünür, basit yer-içer, basit konuşurlar; kısacası basit yaşarlar. Bu adamların sorunlarının da zor olması beklenemez neden çünkü içinden çıkamayacakları durumların içine girmezler; bu gibi ihtimaller oluştuğunda ortamı terk eder veya kayıtsız kalırlar.

Karmaşık adamlar değillerdir. Ne söylüyorlarsa onu demek istiyorlardır, imalardan kaçınırlar, nasıl görünüyorlarsa öylelerdir; altında farklı anlamlar aramak yanlışa sürükler. Çoğunlukla muhabbetin girişi olan hâl, hatır sorma aşamasını atlarlar, atlamazlarsa da kuru bir nasılsınla ( bu sorunun cevabını dinledikleri ender görülür) geçiştirirler. Fazladan konuşmayı gereksiz bulurlar. Popüler tabirle bu ‘uzak’ duruşları genelde yanlış yorumlanır. Misal; martılara simit atan bir adam gördüğünüzde aklınıza ilk gelen kişinin ne kadar entel-i dantel veya romanomelankolik bir karakter olduğu düşüncesidir. Hâlbuki sizi bu düşüncelere sürükleyen kişi aslında bir boş adam olabilir. Bunu anlamanın yolu simidin atıldığı noktaya dikkat etmekten geçer. Simit parçası belli bir martının koşu yolu (bu durumda uçuş yolu) hedef alınarak atılıyorsa bu kişi melankolik bir ruh halindedir; tokat atılarak kendine getirilmesi tarafımızdan uygun görülür. Simit parçası iki veya daha çok martının ortasına atılıyorsa (evet, bravo) bu kişi bir boş adamdır; yanıtı uzaklarda aramaya, ‘yazık lan kim bilir ne sıkıntısı var bu adamın’ gibisinden derin düşüncelere dalmanın gereği yoktur. Zira bu davranış büyük ihtimalle hangi martının daha acar olduğunu belirlemek üzere bir girişimdir; adamın bir bildiği vardır yani.

Bu adamlar genelde bezgindirler. En sevmedikleri şey lüzumsuz üstelemeler, baskılarıdır çünkü rahatlığın amansız pençelerine kendilerini teslim etmişlerdir. Basit zevkleri vardır. Kitap okumak, film/televizyon izlemek gibi kolay etkinliklerle rahatlıkla zaman geçirebilirler. Fazlası için de uğraşmazlar. Sonuç olarak boş adam bazı şeyleri boş vermiş adamdır denebilir.

Doğanın dengesinden ötürü her şeyin bir karşılığı olduğu gibi bu adamların da bir karşılıkları vardır. Sizin de anladığınız üzere onlar aramıza daha sonra katılacaklar.

Açlık ve Nefret

Ahmet TAŞKENT

Dolmuştan indik, yolu çekmeye başladık. Gergin bir hava vardı. Açlıktan ayaklarımın titremesini durduramıyordum bir türlü. C.I’yı aldığımız ekmeklerden birinin topuğunu ısırırken yakaladım. Kendisine olan nefretim bir kat daha arttı. Uzun uğraşlar sonunda eve varabildik.

Eve girer girmez ilk iş kral tv’yi açtık. Bok varmış gibi. 3’lü koltuğa dizilip işe koyulduk. G.Ç’yi işini yaparken burnunu karıştırmaması konusunda uyardım. Öfleyip önünde duran patatesi soymaya devam etti. Patates kızartmanın püf noktasının tenceredeki yağın çok kızmaması olduğunu, zira patateslerin çok kızmış yağda sertleşeceğini söyledim C.I’ya. Dinliyormuş gibi yapıp başını sallayarak bir yandan mırıldandığı arabesk şarkıya devam etti samimiyetsiz. Dönüp G.Ç’nin soyduğu patatesin kabuklarını görünce sinirlendim, “4 kilo patatesi 1 kiloya indirdin ayı” dedim. “Ne abi!” dedi. İçimden ikisine de sövdüm. Kendimizi kral tv’de çalan kötü arabesk şarkısının negatif rüzgarına kaptırmıştık ki haşin bir hamleyle açılan kapının ardından koyu pis esmer teniyle T.U belirdi.

Yüzyılın açıydı. Taş devrinde yaşamasının daha hayırlı olacağını düşündüğüm birkaç kişiden biriydi. Yaptığı dandik mızrakla koca bir hayvanı avlayıp tek başına yese, anca doyardı. “Süzdün mü makarnayı?” dedim. “Süzmüyomuşum gerizekalı!” diye pis ağzıyla çemkirdi. Ergenliğin verdiği asabiyet veya isyankarlığın çok ötesinde bir dünyası vardı kara marsığın. Adanalıydı. Arsızdı.

Açlıktan birbirimize girmek üzereydik. Sınırdaydık. Şu yaşımda anladım ki korkulacak birisi varsa o da karnı aç ergen gençtir. Kendimi o an 3’ünü birden kafa kafaya tokuşturacak kudrette görüyordum. Ama ilk önce karnımı doyurup güçlenmem gerekiyordu. Yemek hazır olana kadar gerizekalıların yaptığı espirilere güldüm, C.I’nın söylediği Cengiz Kurdoğlu şarkısına ben de çok efkarlanmışım gibi eşlik ettim. T.U’nun her cümlesinin sonuna eklediği, artık klasikleşmiş “neden bahsediyosun abi?” kalıbına dilim döndüğünce cevaplar vermeye çalıştım.

Yemek hazırlandı. 4 kişi açlar gibi saldırdık, takribi 6 dakikada bütün yemeği bitirdik. Yemekle birlikte 2.5 litrelik kolanın da dibi kaldı sadece. 2-3 dakikalık sessiz, soğuk bir savaş başladı aramızda son kalan kola için. Sonunda G.Ç bir yandan C.I’nın yaptığı suratta sadece hafif bir tebessüm bırakabilecek espirisine anıra anıra gülerek prim verirken, bir yandan son kalan kolayı ormanladı da gerginlik bitti. Klasik numara. O sırada dikkat ettim T.U ‘ben bir gıdım kolaya tamah edecek adam değilim’ tribiyle televizyona bakıp kolaya karşı ilgisizmiş gibi davranıyordu ama beni kandıramazdı. ‘Hadi lan!’ dedim içimden. Bebek gibi kolaydı kimi kandırıyordu?

Masayı toplama faslı başladı. C.I’nın önünden nutella’yı alırken manidarca baktım. Patates kızartması ve makarna basarken nutella yemek te neyin nesiydi? Bu yetenek çok az kişiye nasip olur diyip açgözlülüğünü yüzüne vurmak istemedim, içimden tebrik ettim midesizi.

Karnım doyunca 3’üne olan sinirim de geçmiş, keyfim yerine gelmeye başlamıştı. T.U geğirerek uzunca bir şarkı söyledi, sığ insanlar gibi kahkahalarla güldük her zamanki gibi. Sensible’de turnuva yapmayı teklif ettim kabul ettiler. T.U “ben Ronaldo’yum” dedi, aşağılarcasına baktık. Kısık sesle “ehe ehe brezilya” diye düzeltti, prim vermedik. Sinir harbi şeklinde geçen turnuva T.U hayvanının coyistiği kırmasıyla son buldu. Coyistik almak için dışarı mı çıksak diye düşündük. Ama acı gerçekler…

Coyistik alacak para yoktu. Hiçbirimizin sevgilisi de yoktu. Geleceğe dair planlarımız, futbol dışında bir hobimiz de yoktu. G.Ç’nin yazdığı bilimkurgu romanını ele geçirip ölümüne dalga geçtiğimiz andan itibaren kendisinin iyi bir bilimkurgu yazarı olma ihtimali kalmamıştı. Farketmediği için iğrenç-uzun-kabarık saçına derste çekirdek kabuğu, silgi vb. maddeleri koyulan çocuk olarak hiçbir zaman bilim adamı olmam beklenemezdi benden. Belki de şansını futbol ya da şarkıcılıkta kanıtlayabilecek C.I üçümüzden çekindiği için ulaşamadı hedeflerine belki de. Beslediği hamster yüzünden bizden duymadığı hakaret ve alaycı söz kalmayan T.U hiçbir zaman bir ‘Timsah Avcısı Dundee’ olamayacaktı.

Kafamızda kurmaktan bıkmadığımız ve hiçbir zaman ulaşamayacağımız hayallerimiz vardı her birimizin.

Elimizdeki malzemelerse 4 kilo patates, 4 ekmek, 2 paket makarna ve bebek gibi 2.5 lt. kola.

Kimse içimizden bir MacGyver çıkmasını beklemesin.

İki Yakası Hiçbir Zaman Bir Araya Gelemeyen Ülke

Cem TAŞKARA

Ülkemizin birlik ve beraberliğe ihtiyaç olduğu bu günlerde diye başlayan haber bültenlerinin ülkesinde sinema nasıl olur?
Bu sorunu cevabını arayacağız bu yazıda.Belkide bu sorunun tam bir cevabını bulamayacağız.Hiçbir zaman bir sonuç getiremeyen tartışma programları gibi bitecek bu yazıda akılda hiçbirşey bırakmayarak.

Start X 9 8 7 6 5 4 3 bip 1

İnsanlar Türkiye'de neden eski filmleri severler.Neden aklı başında bir film izleyicisi eski bir filmi tv'de yakaladığında geçemez.Çünkü Türkler samimi insanlardır.Eski yeşilçam yapımı filmlerideki en büyük özellik belkide sammimiyettir.Eski dönem filmlerin samimiyetinin yanında filmderde kullanılan teknikler akıllara zarardır.Negatifin kara borsadan bulunduğu , stüdyolardan çalındığı dönemleri dinledik abilerimizden.Filmlerin çekim aşamasında sis makinesi yerine kullanılan sigara üfleme teknikleri , gözü artık hergün 2 film bitirmekten kör olan flu çeken kameramanlar.Kaçan , dolandırıcı olmaya zorlanan yapımcılar.Sex furyası sırasında açlıktan takma isimlerden oluşturulan sahte jenerikler.Labaratuarda 35mm ses filmlerinin ikiye bölünüp 17.5 gibi bir formatı bulan Türk aklı.Negatiften emisyon kazıyıp yeniden pozlanabilen film teknikleri gibi daha çoğunu sayabileceğim akıllara zarar Türk icadı Türk Sineması. Sinema'nın fransızlar tarafından bulunduğunu kabul edersek Türk Sineması ise direkman Türkler tarafından bulunmuştur.Elbette bu bir mecazdır.

Yazıya ismini verense Türk Sinemasına şu anda ihanet içinde olan yapımcıların doymak bilemyen para hırslarıdır.Bir yanda 40 sene önce bu ülkede çalıntı yada kaçak negatiflerle çekilen 'Ah Güzel İstanbul' filmindeki samimiyet ve muhteşemlik , bir yanda da binbir teknik ve inanılmaz bir bütçeyle bayram yada sömestır tatillerine yönelik çıkarılan 'Çılgın Dershane' filmindeki et yığınlarının iğrençliği.Ülkemin sineması işte bunlardan dolayı hiçbir zaman iki yakasını bir araya getiremeyecektir.Sen istediğin kadar köprü yap 3.yü yap 5.yi hazırla nah sana.Sinemada görselliği bir yaka , senaryo , oyunculuk ve yönetimi ikinci bir yaka olarak görürsek ; tekniğin üst düzeylere çekildiği yani gelişim dönemindeki senaryosuzluklar , adını afişlere bu bir bilmemne yapımıdır yazan ego delisi yapımcılar bir yaka(siyahçam) , sıfırla çekilen muhteşem filmler(yeşilçam)karşı yaka.Araya köprüyü koysana sen ; kendini ooo kıtaları birleştiriyoruz bak bak diye tanıtacağına Avrupalıya.İnanılmaz.Abi ikisini bir arada göremeyecek mi bu bünye artık ya.

Peki devletin görevleri ve sinemasal sınırları nelerdir?
Türkiye'de eser işletme belgesini veren Kültür Bakanlığına bağlı bir heyet vardır.Sinema perdesine çıkmak isteyen her film bu heyete filmlerini göndermek zorundadırlar.Bu heyette asker , polis , müsteşar ve bunun gibi ünvanları olan insanlar vardır.Hepsi gelen filmde kendi kurumlarını yeren bir öge ararlar.Eğer bu ögeyi bulurlarsa ya filmi istedikleri yerden keserler ya yaş sınırı koyarlar yada filmi gösterime hiç sokmazlar.Bu yetki onlarda vardır.Aynı 'Mavi Gözlü Dev' filminde , Süleyman Demirel'in bile Habitat 2000'in açılışında kabullendiği ve onun sözüyle konuşmasını başlattığı Nazım Hikmet'in bir sözünü filmden acımadan çıkarttıkları gibi.150 kopyadan bu laf tek tek bildiğiniz hepinizin evinde bulunan makaslarla kesilmiştir ve çöpe atılmıştır.Bunu gören bir sinema aşığı nereye gider.Ne yapar.Yıl 2007dir.Bir kenarda diz çöker ve ağlar.Onu diz çökerttiren ise kendi devletidir.Gelelim kültür bakanlığı desteklerine.Kültür bakanlığı her sene değişik kategorigler altında uzun ve kısa metraj projesi olan yönetmenlere para yardımı yapar.Tabiki deniz fenerinin ülkesinde bu da manipüle edilir.Hükümete yakın duran kesim her zaman yardımını alır.Yakın durmayan genç ve içinde samimi bir sinema aşkı olan yönetmenlere acı haber ya siteden direk yüzlerine söylenir ya da hevesler eksik birkaç belgenin öne sürülmesiyle tüketilir.Sinemaya küsmeler işte burda başlar.

Ne yapmalı?

Vallahi işte onu bana sormayın.Tecavüzlerin,tacizlerin,hırsızlıkların ve ayrımcılıkların artmasının bence en büyük suçlusu , birinci sırayı hiçkimseye vermeyen dandik ve sahte televizyonculuk anlayışıysa ikinci olarak bu bahsettiğim iğrenç et yığınlarından oluşan filmleri yapan ; bayram , sömestır ve resmi tatillerde dışarıya çıkan ve bizlerin apaçi diye nitelendirdiği (aslında onlar sadece ekmek kazanma peşindeler, bu suçtaki payları bunları vizyona sokanlarınkinden çok daha az) , kitleye bu filmleri ulaştıranlardır.Diyecekler ki eee kardeşim sen kapitale mi karşısın , gişe filmi yapılmasın mı yani?Tabiki yapın.Örnek olarak Osmanlı Padişahı bir gişe fimidir.Güzel de bir gişe filmidir.Bu gişe filmleri sektörün ayakta kalmasını ve bunlardan kazanılan paraların doğru işlere yatırılarak sinemanın devamını ve gelişimini sağlar.Fakat burda ayırmamız gereken Recep İvedik 1 ve 2'yi yapan yapımcının bu furyayı Çılgın dershane 1 ve 2'yi yaparak devam ettirmesi ve paraya doymamasıdır.İnşallah o yapımcı beni şaşırtır ve bütün bunlardan kazandığı paralarla Türkiye'de yapılacak en büyük bütçeli düzgün filmi yapar.Yoksa elin oğlu gider Angela'yı ve benzeri filmleri yapar Paris , Paris olur.Milyonlar akın eder turizm gelişir bütçesi ayakta kalır.İstanbul'sa 2010 Kültür başkenti yok asya ve avrupayı birbirine bağlayan ülke gibi başlıklarla oyalanır Recep İvedikler devam ettirilir ve İstanbul bir gün gelir İstanbul beyefendilerini dışarı atar apaçi şehri olur.Türkiye'de IMF'den tekrar para alır.Sömürge olur.Bu bir oyundur çakır , fakat bu oyun bozulacaktır.Neyle bozulacaktır?Sinemayla , müzikle , sanatla , kültürle bozulacaktır.Kim bozacaktır?Sinemaya gönül verenler , gözünü açanlar , uyananlar , uyandıranlar , müzikle uğraşanlar , hala albüm satın alanlar , dvd alanlar , festivallere katılanlar , katılmasa da takip edenler , edebiyata gönül verenler , iş dışında sanata zaman ayıranlar ;yani benim arkadaşlarım.

Hepinizi seviyorum lan bu yüzden işte.

Gerizekalılar.

04.04 - 06.12.08@cihangir blues

Başlamak Bitirmenin Yarısıdır!

Efe E. KAYA

Terlemişti, ıssız bir adada daktilosunun başına oturmuş birşeyler yazmak için çabalıyordu. Ne yazmak istediğine, nasıl başlayacağına dair aklına en ufak bir fikir gelmiyordu. İlham kaynağı bulmak için bu yeri seçmiş, herkesten uzakta, sessizliğin içinde, şehirde kendisine uzaktan selam bile vermeyen ilham perisiyle günlerce yarenlik edebileceğini düşünmüştü. Ama işler hiç istediği gibi gitmemişti. Daktilosu sürekli takılıyor, el fenerinin ışığı yetersiz geliyor, çok sevdiğini ve ihtiyacı olduğunu düşündüğü yalnızlık canını sıkmaya başlıyordu.

Üstelik etrafta keskin bir bok kokusu vardı. Hay aksi nerden gelmişti buraya. Ailesiyle beraber yaşadığı, şehrin en güzel yerlerinden birindeki konağı bırakıp buralara gelmeyi nerden çıkarmıştı. Evinde olsaydı, bi iki telefon eder, yarım saat içinde kendini sokakta bulurdu. Her zaman gittikleri küçük meyhaneye gider iki duble rakının üstüne biraz da dostlarının muhabbeti eklendi mi keyfine diyecek olmazdı. Ya da bira mı içerdi acaba? Şöyle bol köpüklü buz gibi bi bira.. En iyisi oraya gidince karar verirdi, canı ne istiyosa onu söylerdi.

Ama bu saatte kim gelirdi onla? Birini bulurdu elbet, bi an için hemen sandala atlayıp gitmeyi düşündü ama vazgeçti. Burda kalmalıydı, zaten bu ıssız adaya gelmesinin de amacı bu değil miydi, çalışmasına engel olan şeylerden uzaklaşınca –yapacak hiçbir şeyin olmadığı bu yerde- istediği gibi yazabilecekti. Zar zor bir dergide yazarlık bulabilmişti zaten, bunu da kaçırırsa başına gelebilecek felaketlerin farkındaydı. “Aslında durumum o kadar da kötü değil” diye düşündü, babasının hatırlı bir arkadaşı olan bir avukatın getir-götür işlerini yapıyordu. Gide-gele işi öğrenmişti, bazen kendisini avukat zannedenler bile olurdu. Öyle zamanlarda çok keyiflenirdi. Göğsünü gere gere adliyenin içinde yürümeye başlar, “üstatlardan” birini görüp hukuki teatilerde bulunmak için can atardı. Halbuki “üstat” dediği insanların hepsi kendisi gibi eşin dostun yanında “iş takip eden” arkadaşlarıydı.

Sıkıldı, daktilosunu kenara atıp bi sigara yaktı, bu dergi istediği şeyi yapmak için son şansıydı ve bu ıssız ada bu şansını en iyi kullanabileceği yerdi. Bu ada, felçli ayaklarından kurtulup, özgürce ve doyasıya istediği hayata doğru koşmaya başlayacağı yerdi. Sigara kağıdının yanarken çıkardığı sesi dinlerken o gün yirminci kez “Başlamak bitirmenin yarısıdır” diye düşündü, ama bu sefer diğerlerinden farklı olarak ilk defa daktilonun ciddi sesi adada yankılanmıştı. “Merhaba” yazdı ve hiçbirşey düşünmeden yattı...

Maskeli Balo

Ahmet TAŞKENT

Hani yalnız başınıza tv seyrederken ekrandaki kişinin yaptığı rezillikten siz utanırsınız da kanalı değiştirirsiniz ya, o an onun için aynen bu duyguları besliyordum. Kızlı erkekli grubu etrafında toplamış, coştukça coşuyor, dizginlenemez bir hal alıyordu. Ama ne yazık ki kendisinin bir off tuşu yoktu.

Adeta sağlı sollu salvolar yapıyordu kalabalığa. Hızını alamadı kendi memleketinden çıkmış birkaç sanatçıdan ve devlet büyüğünden bahsetti. Buna oldum olası anlam verememişimdir. Kazım Koyuncu’nun doğduğu yerin diğer insanlardan kilometre bazında daha yakınında doğmak bir insana ne katabilir, ne gibi avantajlar sağlayabilir ki? Ayrıca oyuna girerken ne anlama geldiğini bilmeden haç işareti yapan Orhan Çıkrıkçı da Trabzonlu değil mi diye sorarlar adama. Buna ne cevap vereceksin? Hiçbir şey söylemeden bir süre bu maskeli baloyu seyrettim. Memleketini övme olayı bitecek gibi durmuyordu. Sonuçta ben de 3 yıldır iyi bir ivme yakalayarak 2. Lig klasman grubuna çıkmaya hak kazanmış şanlı Çankırı Belediyespor’dan bahsedebilirdim. Ya da Çankırılı deli köçeklerden. Ama etmedim. Erdem sahibi bir insana yakışmazdı.

Çıtayı daha da yukarılara taşıyarak, ‘Dünya’nın en büyük şehir takımı hangisidir bilen var mı?’ diye sordu kendisini dinleyen kalabalığa. Ordan bir dangoz ‘Trabzon mu abi?’ diye atladı büyük bir şevkle. ‘Gerizekalı’ dedim dangoza içimden. Nasıl oluyor da oltasına geliyorlardı anlamıyordum. Kaşlarını havaya kaldırarak ‘Hayır, Napoli’ dedi. Herkes sus pus onu dinliyordu. Sigarasını yaktı, tişörtünün ön tarafını iki parmağıyla öne çekip bırakaktıktan sonra ‘İkincisi de Trabzonspor’dur’ diyerek dumanı yukarıya doğru üfledi.

Söylediğiniz yalana inanılmasını istiyorsanız, çok yüksekten atmazsınız, övdüğünüz şeyi en iyi gibi göstermezsiniz ki inandırıcılığı artsın. Bunu az çok bu işin içinde olanlar bilirler. Böyle basit bir olguyu nasıl olur da orda oturan kimse çözemez? Çok garip…

O ana kadar etrafında kandırabildiği insanların çokluğundan varlığımı unutmuş olacak, karşısına baktığında masanın diğer ucunda gözlerini üzerine dikmiş olan beni görünce afalladı. Hafif sırıttı mahçubiyetle, göz göze geldik.

Gözler çok şey anlatır. Platonik aşk beslediğiniz insana bakarsınız, içinizden çok şey geçer o an, sıkı sıkı sarılmak ve hiç bırakmamak istersiniz. Yeni doğmuş bir bebeğe veya ölmek üzere olan birine bakıp hayatın anlamsızlığı üzerine düşünürsünüz. Bir de benim o an olduğu gibi, iyi tanıdığı insanın kolpalarını yakaladığınız anki göz göze gelme olayı vardır ki bu bambaşka bir taddır. Paha biçilemez bir andır. Yakalanansanız utanç, yakalayansanız keyif verir. Ne yaptığının farkındayım manasında göz kırptım. Hatasının farkına varmış olacak ki hemen gözlerini kaçırdı benden.

Kolpayı yakalamanın verdiği neşeyle bir keyif sigarası yakacaktım ki telefonum çaldı. Arayan ebedi huzura ereceğini düşündüğü anda kendi kafasına sıkacağını öngördüğüm kadim dostum E.E’ydi. ‘Hemen konuya geçiyorum, öncelikle n’aber?’ dedi her zamanki heyecanlı ses tonuyla. ‘Olm çok komik, C. burda coştukça coştu, şöyle kolpa yaptı, böyle yalanlar söyledi’ diye bir bir anlattım olanları. Klasik 15 saniyelik Tatar gülüşünün ardından sorusunu yöneltti. Biraz düşündükten sonra ‘Bence polislik bi vaka yok, ama sen yine de tedbirini al efes iç sonuçta yılların firması, bir sıkıntı olacağını zannetmiyorum. Ayrıca birkaç ay önce dayı olman da bir şeyi değiştirmez’ diyip rahatlattım içini. Sorduğu soruyu burda açıklayıp kısaca kestirip atmak istemiyorum. Anlamsızlığını ve içinde barındırdığı çelişkileri ilerde bu soruyla ilgili yazacağım 400 sayfalık kitabımda anlatırım.

O gecenin devamında C.’nin evine gittik. Yeni aldığı ps3’te viningilevın açtı önüme. Friendly maç teklif etti, bu kibar teklifi kendi sahamda olması koşuluyla kabul ettim. Basit bir sanal oyunda bile ev sahibi ekibi daha avantajlı göstermişlerdir, kartlar rakibime daha kolay çıkar diye düşünerek kurnazlık peşinde koştum. Abaza gibi Brezilya’yı aldım. C. Trabzonspor’u alınca inceden kıllandım. Zira böylesi enternasyonel bir oyunda Trabzonspor’un yeri yoktu kanımca. Maça başladık. C. maçın henüz 14. dakikasında cemodopuloş adlı yunan forvetiyle golü bulunca taşlar yerine oturdu. Trabzonspor’u oyunda kendisi yaratmıştı, üşenmeden tek tek futbolcu isimlerini yazarak formaları ayarlamış, ardından da kendisini Gökhan Ünal’ın yanına 2. bir forvet olarak yerleştirmişti.

‘Akıllanmayacaksın değil mi?’ dedim, hafifçe sırıtarak tişörtünü iki parmağıyla öne çekip bıraktı.

Akıllanmayacaktı.

Sen mi Büyüksün, Ben mi? Ben Lann!!!

İbrahim BAŞARIR

Sevgili dostlar bu macera 94 baharında başlamıştı. Bavulumu alıp gelmiştim şu koca kente. Samsun’un ismi gereğinden uzun bir ilkokulundan kalkıp İstanbul’un yolunu tutmuştum. Acaba şu koca şehir beni yutacak mıydı , ayakta kalmayı becerebilecek miydim ?

Bütün bu soruları birlikte getirdim, sırtımda yükleyerek. Başta herhangi bir farklılık göze çarpmıyordu ancak zaman geçtikçe benim Anadolu geçmişim gün yüzüne çıkıyordu. En başta ben ne FKM’ye ne de Suadiye Dershanesi’ne gitmiştim ; benimkinin adı ilginç bir şekilde “Salem” idi. (inanmayanlara; Salem Dershanesi)

Ayrıca benim Samsun’da nohut dediğim kuruyemişe burada beyaz leblebi, atom dediğim Ramazan’ın vazgeçilmesi tatlısına da beze deniyordu ve Samsun’daki popülaritesinden uzaktı. Fakat en büyük şoklardan birini “Doğubank”ın ne olduğunu öğrendiğimde yaşamıştım. Şu benim Samsunlu dimağımda Doğubank’ın elektronik eşyalar satan bir pasaj olduğunu tahmin etmek imkansızdı siz de kabul edersiniz.

Bir diğer eksikliğimse okula servisle gitmiyor olmamdı. Zaten ilkokul ve dershane arkadaşlarımı geride bırakarak geldiğim şu şehirde, diğer öğrencilerden 1-0 yenik başlamak yetmezmiş gibi Moda’ya taşınarak servis arkadaşı edinme imkanından mahrum kalmamdı ; ama kim derdi ki o ev ilerde bir mabede dönüşecek, yolda kalmışların sığınacağı bir yuva olacak diye.

Kendimi o zamanlar çok sevdiğim Red Kit gibi görmeye başlamıştım, şu şehirde yalnız bir kovboydum, belki de tek dostum kalem kutumdu şu hayatta. Neyse ki çocuktuk, toyduk, kolayca atlattık o bunalımlı günleri, dostluğu, paylaşmayı ve güveni öğrendik. Gel gör ki uzun diyebileceğimiz lise günleri çabucak geçti ve bizi yeni bir macera bekliyordu. ÜNİVERSİTE.

Ancak Samsun’dan 12 yaşında yalnız başına gelen İbrahim, 19’una üniversiteye adım attığında ardında liseden dostlukları ve 8 yıllık bir İstanbul birikimini arkasına almıştı. Gün gelip devran dönmüştü, Herakleitos’un dediği gibi – Aynı suda iki kere yıkanamazsın – kuralı yine haklı çıkmıştı. Fakat bütün bunlar benim üniversiteyi 5.5 yılda bitirdiğim gerçeğini değiştiremedi. Ancak yine de elimde tahta bavulumla, İstanbul’a Haydarpaşa İstasyonu’ndan veda edecek raddeye gelmedim ve direnmeye devam ediyorum.

Yeni blog sayfamız şerefine nostaljik bir yazıyla başlamak istedim. Usta şair E. Budak’ın maceraları yakında yine bu sayfada yer bulacak.

Lanet Adam

Kayhan KOLCU

A. yeni evine sonunda yerleşmeyi bitirdiğinde soğuk geçeceği söylenen bir Aralık ayının ilk Pazar günüydü. Her şeyi yerleştirmesi bir tam haftasına mal olmuştu; bu süre evini tasarlamakla geçirdiği üç aylık süreyle kıyaslandığında kısa sayılabilirdi. Ev taşıma süreci belki daha kısa sürebilirdi fakat şerefsiz arkadaşlarından hiçbiri ona yardım etmeye yanaşmayınca bütün iş ona kalmıştı. Arkadaşlarının bu aşağılık davranışını önemsemiyordu A.; ne de olsa sonunda hayalindeki eve kavuşmuştu.

Evin, yaygın kanıya göre misafir odası olarak kullanılması gereken küçük odasını sadece kıyafetlerine ayırmıştı. Sade bir salon oluşturmuştu. Bir duvara, aynı resmin farklı dört renkte bulunduğu şu pop-art tablolardan asmıştı. Çok beğenerek seçtiği kahve masasını çevreleyen köşe takımını, paraya kıyarak aldığı ve 5+1 ses sistemi ile kanatlardan desteklenen dev ekran LCD televizyonunu tam karşıdan görebilecek şekilde yerleştirmişti. Salonda gereksiz hiçbir şey yoktu; yani bu saydıklarımızın dışında sadece DVD oynatıcı ve 793 adet DVD dışında başka hiçbir şey yoktu.

İnceden yağan yağmuru seyretmekten sıkılınca dönüp oluşturduğu salona baktı A. . Üzerinden tatlı bir yorgunluk vardı. Haftanın ilk iş gününden önce biraz dinlenmeyi hak etmişti. Mutfağa gitti. O sevdiği kahve dükkânından satın aldığı fincanına ismini telaffuz etmekte zorlandığımız aromalı kahvesini doldurdu, kavanozdan birkaç kurabiye alıp salona döndü. Amerikan yapımı filmlerde sıklıkla gördüğümüz sahnelerden biriydi adeta. Televizyonu karşıdan görecek şekilde koltuğuna oturdu; gerçi bu haline oturmaktan çok koltukla bir olmak da denebilirdi. Amacı biraz televizyon izleyip erkenden yatmaktı. Bir eliyle televizyon kumandasını diğer eliyle göbeğinin üzerine yerleştirdiği kahve fincanını tutuyordu. Kahvenin göbeğine verdiği ısı onu iyice mayıştırmıştı. Şu halde keyfini bozabilecek tek şey olan lüzumsuz bir telefon görüşmesini cep telefonunu kapatarak bertaraf etti. Melankolik arkadaşı C., kararsız arkadaşı E.E. veya isterik arkadaşı E.B.’ den gelebilecek olası bir çağrı hayli yersiz olurdu.

Epeydir kitap okumadığını, belki de bugünün yeni bir kitaba başlamak için uygun bir zaman olduğunu düşünerek uzun zaman önce alıp bugüne kadar sadece dekor görevi yapan kitaplardan birini eline alıp daha ilk cümlesini bitirdiğinde tahmin ettiğinden de erken uyuyabileceğini fark etti. Kitabı kahve masasının üzerine bırakıp televizyona geri döndü. Daha çabuk uyuyabilmek için ekonomi programlarından birini açtı. Artık gözlerini açık tutmakta zorlandığı anlarda yatak odasına gitmeye yeltenmişti ki kapı çaldı.

Heyhat! Bu saatte... Pazar günü bu saatte kim gelebilirdi ki. Bezmiş bir halde kapıya doğru yöneldiğinde bu sorunun saçmalığının farkına vardı. İsteksizce kapıyı açtı. Kapıyı çalan, üzerinde son 15 günde muhtemelen 6 kere giydiği, üzerinde adını şu anda hatırlamakta başarılı olamadığımız bir çizgi film karakteri olan tişörtü, kadife şortu, mavi renk ayakkabıları ve elindeki içinde iki adet (daha fazla değil iki adet) bira bulunan siyah bir poşet ile içeri dalarken ‘HayırlOlsnOlm.HiçHabrVermiyosunLAAnn’ dediğini duyar gibi oldu A. . Ayakkabılarını çıkarması konusundaki müdahalenin geciktiğinin farkına vararak, apartman boşluğuna doğru ‘Hoş geldin İ.’ demekle yetindi umarsızca. Salona dönerken İ.’ nin mırıltılarını duyabiliyordu.

- Öyle değil mi?
- Ne öyle değil mi?
- İki saattir anlatıyorumolm dinlemiyor musun !!?

A.’ nın uykusu açıldı. Artık başlamıştı; davetsiz misafirini durdurmak imkânsızdı.

- Neyse tamam bir bira ver bari.
- Hıe. Ben evde vardır diye şeetmiştim de neyse tammtammtamam.

A. koltuğun üzerine bağdaş kurarak oturmuş birasını iki eliyle sımsıkı tutan İ.’ ye içinden sövdü. Ses etmeden yerine oturdu. Kumandayı arıyordu ki o sırada kanalların zaten değişmekte olduğunu fark etti. İ. bir yandan televizyonda gördüklerini yorumlayıp, bir yandan evin dekorasyonu ile ilgili öneriler yaparken, sehpanın üzerindeki kitabı fark etmeyi başarıp A.’ nın okuma alışkanlığıyla ilgili kaşını gözünü oynatarak sataşmalarda bulunuyordu. O noktadan sonra onu dinlemeyi bıraktı A. Artık sadece kafasıyla onaylıyor, arada sahte sırıtışlar atıyor bu sırada ise kumandayı ele geçirmenin planlarını yapıyordu. O kadar dalmıştı ki İ.' nin birasını koltuğa döküp ' tammtamm yok bişeyyok bişey' dediğini fark etmemişti bile. Aradan bir saat geçtikten sonra A. artık bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi. İçtiği iki bira İ.’ nin çenesini iyice açmıştı; ‘…işte bence Kaliforniya şaraplarıyla Bordo şarapları arasındaki en önemli fark budur dostum.’ gibi cümleler kurmaya başlamıştı. A. Bu şansı iyi değerlendirmeliydi; ‘ Üzüm çekirdekli olunca yiyemiyorum ben.’ dedi.

Hoşuna gitmeyen sohbetleri soğuk algınlığına uğratabilmek gibi bir kabiliyeti vardı. Kısa süreli bir sessizlik oldu. A. esneme tribi yaparak, artık yatması gerektiğini, malum bir sonraki gün erken kalkacağını belirtti. İ. yolu kendi bulabileceğini söyleyerek yıların dostluğuna yakışmayan bir hamleyle karşılık verdi. A. umursamadı, banyoya gidip dişlerini fırçaladı. Yatağına yattı; sonunda tekrar huzur bulmuştu. Uyurken en rahat edeceği pozisyonu ararken sağına doğru döndüğünde, yatağının üzerinde bağdaş kurarak oturmuş şekilde İ.’ yi görmesiyle yataktan sıçraması bir oldu. ‘ Bankaların bu kriz ortamında her isteyene kredi dağıtmasını beklemek ancak hayalperestlik olur.’ dedi İ. Şok içindeki A.‘ Ne diyorsun, lan’ diye çıkıştı. ‘ Üstün açık yatma üşüteceksin’ diye uyardı İ. şefkatle.

Ter içinde uyandı A. Saat nerdeyse gece yarısı olmuştu. Kalkıp televizyonu kapattı, kapısını kilitlediğinden emin oldu. Uyumak için yatak odasına yöneldi. Sabah ezanını duyduğunda bu boşa çabasından vazgeçti.

Hoşgeldiniz...

Uzun beyin fırtınalarının, saatlerce kapalı kapılar arkasında 1001 kahve ve sigarayla yapılan görüşmeler sonunda, 'Şantelin Türk Sinema Müziklerine Etkileri ve Tepkileri' ve 'Seni Sevmiyorum Atilla(Dorsay)!' adlı eserleriyle tanınan Sn. İpek Özarmağan, Beşiktaş Çarşı oluşumunun hukukçu üyesi Sn. Efe E. Kaya, 'Hayatı Anlamak' ve 'Sarmal Eksende Psikoloji' eserleriyle son döneme damgasını vurmuş Sn. Başak Başgut aramıza katılmıştır.

Kendilerine "Hoşgeldiniz" diyoruz...

'otuzdokuz' Ekibi
Martı Yayın Dağıtım A.Ş

Padişahım Çok Yaşa!

Cem TAŞKARA

Gözleriyle veziri Kolcu'ya önünde eğilmiş İsveç sefirini göstererek Stochlom güzel yer de soğuk soğuk soğuk dedi.2 imparatorluk arasındaki konuları konuşurken vezirlerine , gözleriyle alaycı bir şekilde sefiri gösterip işaret ediyor , gülümsemesini de katmaktan çekinmiyordu.O sırada telefonu çaldı.Arayan her hafta kendisi tarafından düzenlenen zorunlu futbol müshabakalarına mazereti sebebiyle katılamayan Budak'tı.Napçan gerizekalı ha napçan evde oturup meyveni ye sen gerizekalı diyip sinirli bir şekilde telefonu kapadı.Aptal aptal aptal diyip vezirine döndü ve benim filmim var dedi.Daha önce Alman sefirine zorunlu getirttiği St Pauli tşirtünü giyip sarayından çıktı.

Döndüğünde sarhoştu.Yanında bir kızla gelmişti.Kıza harem odasını göstererek git sen ben geliyorum dedi.Kızın odaya gittiğinden emin olunca bilgisayarına koştu.Tahtına göre biraz daha yüksekte olan bilgisayarından hemen ekşi sözlüğü açtı.Site açılmıyordu.Çok sinirlendi.Hemen teknolojiden sorumlu veziri Taşkara'yı çağırdı.Kabloyu hafif okşayıp bundan olabilirmi lan dedi.O anda Taşkara'nın alaycı sırıtışını gördü ve yıllarca konuşulacak kararını diğer veziri Kolcu'ya bağırarak verdi.Vurun kellesini vurun vurun vurun diye bağırdı.Noldu ha korktun mu gerizekalı diyip sırıtıyordu.Ayvalık İmparatoru caniliğini saklamıyordu.

İdam günü herkes oradaydı.Padişah tahtında oturuyor kartdor dondurmasından keyifle bir kaşık alıyor , halk korkuyla onu izliyordu.Kaşığı ağzına götürüp bağırması 1 saniyeyi geçmedi.Lan bunda benim sevmediğim birşey var diyip Kolcu'ya döndü.Kolcu korkuyu o anda hissetmişti.Olmadı kartdor olmadı diyip dondurmasını Kolcu'nun yüzüne fırlattı.Oğh pardon lan fazlaydı fazlaydı fazlaydı diyip Kolcu'nun gönlünü aldı.Gel lan gel gel bak bak nası korkuyo bak bak deyip kahkahalar atıca Kolcu'nun da keyfi yerine geldi.

Başlayın lannn başlıyomusunuz laaannn siz idam mı ediyoruz lan Taşkara'yı sözleri sarayın duvarlarında inliyor ve halkı daha çok gaza getiriyordu.Cellat belli belirsiz seçilebiliyordu.Çok güvendiği eski dostu Erenköy sefiri Taşkent'i cellatlık için üşenmeyip getirmesi bunun acı ve korku verici bir şaka olduğunu belli etmişti.Herkes padişahın eline bakarken o hala şaka peşinde Kolcu'ya gülümseyip gözleriyle Taşkara'yı işaret ederek bak bak salak nası korkuyo demeyi eksik etmiyordu.Edeyim mi lan seni idam ha , haaa gerizekalı diye Taşkara'ya son sözünü sordu.Taşkara korku dolu gözlerle padişahım yapma vallaha bidaha olmaz diyince o kör merhameti şakayı uzatmasına izin vermedi.Eski dostu ve veziri Taşkara'nın yanına gidip olm alınmadın dimi lan derken Kolcu'ya dönüp ağır oldu ağır oldu ağır oldu dediğinde kan beynine sıçradı.Unuttum lannn diyip hemen haremine koştu.Dün gece hareme git ben geliyorum dediği kızı haremde unutmuştu.Ama o bir padişahtı alttan almazdı.

Hareme girdi ve kıza gel laaann diye bağırdı.Kıza gündüz gözüyle bakınca bir kez daha iyi bir tercih yaptığını anlayıp Kolcu'yu aradı.Alo'ğ dedi.Olm milf çıktı laaan bu Kolcu , milf milf milf dedi tamam tamam tamam bende bende bende sen rahat olll dedi ve kapattı.Kıza bruce gülüşünü attı.Napçaz lan şimdi haaa söle haa dedi ve perde.

Duyuru

Martı Yayın Dağıtım A.Ş olarak tadında bırakılan 'SatenDergi' oluşumundan sonra Türk edebiyat camiasında yeni bir soluk olarak beliren 'otuzdokuz' hareketi yeni yazarlarını arıyor.

Gerek genel yayın yönetmenimiz Ahmet Taşkent gerekse de imtiyaz sahibi Cem Taşkara tarafından yapılan uzun araştırmalar sonucu prensipte anlaşılan üç yeni yazarımız yakında basına açıklanacaktır.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

'otuzdokuz' Ekibi
Martı Yayın Dağıtım A.Ş

İstanbul'da Terliyorum Kollarım Kapalı...

Cem TAŞKARA
bazı şeyler hala ölmemiş
bizim yazış dediğimiz
kendimize yakıştıramadığımız
yalan dediğimiz şeyler
ölmemişler
yaşatan insanlar varmış onları
umarsızca
kimseden sakınmadan
korkmadan
çekinmeden
ne kadar dalga geçsekte
bizde olmayan yalanlar diğerlerine gerçekmiş
seni seviyorum demek
gerçektende varmış
şehrin denize bakan güzel yerlerinde
samimi birşeymiş
ne para
ne iş
ne herhangi bir gösteriş
karışabilirmiş bu samimiyete
geçememişler önüne
seni seviyorummuş kilit
samimice sölenen
yalansız
kandırmacasız
acınası bir sırmış bizlere kalan ,
düşünce benliğimizde
bir set gibi
yada baraj
suyu bıraktığında
anlamış insan
ne kadar geç kaldığını
bırakamayanlar
yani ben
yanlız kalmışız
yıllar sonra
insanlar beş adım öndeyken
biz sıfırdaymışız

Teşekkür

Bir çok kez şans istedi, bu defa şeytanın bacağını kırar düşüncesiyle "olur" dedik. Ama olmadı.

Sayın Emir Budak'a bundan sonraki yazarlık yaşamında başarılar dileyerek kendisine yol veriyoruz.

Kendine iyi bak Emir...

'otuzdokuz' Ekibi
Martı Yayın Dağıtım A.Ş

Bir Nedeni Olmalı

Ahmet TAŞKENT

Senin kafandan aşağı su boşaltmak ya da suratına su çarpmak neden bana büyük bir haz veriyor? Diğer insanlara yapıldığında hiç te komik olmayacak, sığ ve basit bir şakayken, sana yapıldığında olay nasıl bu kadar komik bir hal alıyor?

Tribünde maç seyrederken seninle aynı takımı tutan ve tek beklentisi senin de tuttuğun takım leyhine bir penaltı çalınması olan çocuğa hangi sebeple kızdın, omzunu dürtüp bağırdın?

Prates’ten beklentin nedir, Hakan Şükür’le alıp veremediğin neydi?

Bir başka maçta arkandaki panoyu defalarca yumruklaman seni neden kesmedi bir de üstüne yetmezmiş gibi montumun cebini yırttın?

Sen ben ve Toygarın kilo olarak toplamına tekabül eden adamı hangi mantığa dayanarak dövmeye çalıştın?

Yaptığımız halı saha maçında top sürerken öne düşmeyi nasıl başardın?

Zil zurna sarhoş olduğunda 5 kişi yaka paça seni merdivenden indirmeye çalışırken neden bana dönüp “Sen de Galatasaray’lısın!” diye bağırdın? Benden beklentin neydi?

Seyrettiğimiz bir fener-gasaray maçının ardından mağlubiyetin verdiği sinirle şakayla karışık emirbudağı tekme-tokat dövmeni bir nebze anlayabilirim. Beraber onu döverken neden bir anda bana yöneldin? Bir kişiyi dövmek seni kesmedi mi?

Neden Erkan’ı şehir girişinde yavaşlaması konusunda uyarmadın? Polis çevirince “Yedik 120 ytl cezayı” dedin, polis gelip 110 dediğinde bunun para cezası değil de yapılan hız olduğunu anlamayıp “He işte 110” neden dedin? Bunu insanlara anlatınca bana neden kızdın?

Tek başına maç seyrettiğin kahveyi neden dağıttın? Masayı devirip kahveden kovulmanın ne anlamı vardı? Değdi mi?

Neden?

Tanka Karşı Taş

Utku KOLCU

Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar vardı.

Bir de Beşiktaşlılar...

Fenerbahçelilerle Galatasaraylılar yılın derbisini oynadılar. En kibar halleri Fenerbahçesiz Galatasaray olmaz, Galatasaraysız Fenerbahçe olmaz şeklinde geçti. Beşiktaşlılar tartışmaya katılmadılar. Onlar liberalliğin doruklarında gezen, zaferlerin tadını çıkaran renkliler diğerleri ise günde 9 saat çalışan siyah-beyaz işçiler gibiydi. Yüksek tavanlı kiliselerinde, tablolar arasında mumlar yakarak ibadet eden hristiyanlar onlardı. Diğerleri ise ölüsüne kabir yapmaması gereken,ibadethanesi olabildiğince gösterişsiz olan müslümanlar. Onlar kendi aralarında rakipti, diğerleri ise içten içe desteklenen ikinci takım. İnsan ikinci takımıyla birinci takımının maçında yılın derbisini yaşamaz. Sessiz, az konuşan, ama kendisini sevdiğini hep bildiği arkadaşını aramak diğer arkadaşlarına arama düşüncesinden önce bir tek ölüceği vakit gelir. Onu aşağılamayan kadına o kadar aşık olmaz.Onu aşağılayan kadından ayrıldığında, kibar sevgilisini yad edince kendini romantik sanır. Uysal olma durumu, tevazu en ünlü kahramanların özelliği olmamıştır. Etliye sütlüye karışmıyor, bir iltifat değildir.

Karşıya geçmenin sevdiğim iki yanı var. Birincisi Beşiktaş semti,ikincisi vapur yolculuğu. Ben karşı derken Avrupa Yakasını kastederim. Beşiktaş ÇARŞI’sı Beşiktaş İskelesine ayak bastığınız vakit meydanın sol tarafında kalır. Beşiktaşlılar, İnönü Stadının tam karşısında Kabataş İskelesi varken Beşiktaş İskelesine gitmeyi yeğlerler. ÇARŞI’da bira içerler. Balık yerler. Maç saatine kısa bir süre kala Dolmabahçe Sarayı güzergahı üzerinden İnönü Stadyumuna ulaşırlar. Dünya üzerinde daha güzel bir yerde daha güzel bir stad yoktur. Böyle bir sonuca ulaşmam için, ikinci bir stad görmem gereksiz. İlk görüşte verilen kararlar, çok net gerçekler vardır.

Beşiktaş gri değil, siyah beyazdır. Yakışıklı, çapkın genç değil,mahallenin delikanlısıdır. Real Madrid Barcelona maçında kesinlikle Barcelonayı tutan Türktür. Birahanede rakı içen adamdır. Turuncu Nike Aerow değil, siyah-beyaz Mikasadır. Tekniğiyle göz dolduran Okocha değil, asist kralı Amokachidir. Arif Erdem değil, Mehmet Özdilektir. Hakan Şükür değil, Metin Tekindir. İbrahim Tatlıses değil, Neşet Ertaştır. Beşiktaşlı olsun sizin de taraftarınız var diyen kibirli adam değil, mazlum, uysal, mütevazı adam mıdır?

Haddinizi aşan benzetmeler. Bazı durumlar vardır, insan anlamakta zorlanır. Ben anlatmak istemem.

Çünkü Beşiktaş Yıldırım Demirören değil, Süleyman Seba'dır.

Beşiktaş ÇARŞI’sı Beşiktaş İskelesine ayak bastığınız vakit, meydanın sol tarafında kalır.

I Love My Pencil Case

Ahmet TAŞKENT

İlk ders İngilizce. Ödevi yapmamışsınız. Sınıftan içeri adımınızı atıyorsunuz ve panik halinde etrafta koşuşturup birbirinin ödevini kopyalamaya çalışan insanları görüyorsunuz. Karnınıza bir ağrı saplanıyor. İşte bu olay, şu yaşıma kadar görüp-geçirdiğim en sıkıntılı anlar içinde ilk üçe oynar.

Çok uykum vardı. Hem de çok. Şimdilerde 6-7 saat uykunun gün boyunca dinç kalmaya yettiğini düşünürsek, 13 yaşındaki bir çocuğa 9-10 saatlik uykunun yetmemesi oldukça düşündürücü. Tövbe estağfurullah, ne biçim iş? Neyse konumuz bu değil.

Merdivenleri ağır ağır çıkıyordum. 13 yaşındaydım, uykum vardı, ilk ders İngilizce’ydi. Ödevi yapmamıştım. Gözlerim yarı kapalıydı, uyanamıyordum. Merdivenin sonunda bir silüet belirdi. Yaklaştıkça büyüyen silüet somurtarak bana bakıyordu. “Günaydın” dedim, onaylarcasına kafasını salladı. Şakaklarına işaret ve orta parmaklarıyla ince ince masaj yapıyordu. Bir sıkıntısı olduğu belliydi. Alnındaki yarabandına gözüm ilişti. O an bazı şeylerin yolunda gitmediğini anladım. Bu saçma hareketler, tripler, abartılı oyunculuk… Başıma gelecekleri bile bile, bir an önce yanından ayrılabilmek ve sınıfa gidip zil çalmadan önceki son 4 dakika uyuyabilmek için ona istediğini verdim; ‘Hayırdır, neyin var?’ dercesine kafamı iki yana salladım. “Formdan düştüm” diyip klasik gülüşünü yaptı.

‘Formdan düştüm.’ İki sihirli kelime… İki koca destan, iki koca dünya, iki denklem, iki şifre, iki atom çekirdeği… Ve bunun gibi daha yüzlercesi. Kısa zamana sığdırılmış yüzlerce kötü şaka. Hazırlanan ve sahnelenen tripler. Ah ulan ah… İlmik ilmik işlenmiş ve planlanmış tripler… Bunların hiçbirsini hak etmedim. Hala izlerini taşıyorum üzerimde bu şakaların. Aradan geçen uzun yılların ardından tek fark, bu tarz esprileri yaptıktan hemen sonra ‘yazış’ kelimesini cümlenin sonuna eklemem. O da durumu ne kadar düzeltiyor bilemiyorum. Belki de hiçbir faydası dokunmuyor, ben farkında değilim. Zehirlendim. Zehirledi beni. 95 yılında akıttı zehrini damarlarıma. Lanet olsun İbrahim…

Okula ilk adımı attığın günü hatırla. Üzerinde ‘I Love My Pencil Case’ yazan kalemkutunu hatırla. Daha ilk gün. Yepyeni bir okul, yepyeni bir sınıf, yepyeni bir öğretmen… O kalemkutu da neyin nesiydi? Ne bekliyordun? İlk günden sayfalarca yazı yazacağımızı, kalemin ucunu açman gerekeceği için kalemtraş, yazdığın şeyi beğenmeyip silip silip tekrar yazabilmen için bir silgi, yazmayı bitirdikten sonra da resim çizeriz belki diye renkli kalemler gerekebileceğini de nerden çıkardın? O kalemkutusuna ne gerek vardı? Daha ilk gün… Peki tozlu raflar arasında bulduğum o gün çekilen fotoğrafta kendinden çok neden kalemkutuyu ön plana çıkardın, objektifin ağzına ağzına neden soktun o kalemkutusunu? Ne kadar sağlamcı bir kişi olduğunu o fotoğrafa bakan alakasız bir kişi hiç tereddüt etmeden söyleyecektir. Yazık…

O buram buram şov kokan kalemkutusundan anlamam gerekirdi. Bir uyarıydı o kalemkutusu. Kendimizi kurtarabilmemiz için bir sinyaldi. İlerki yıllarda gelecek tehlikeyi tahmin etmemiz gerekirdi. Anlayamadık. İbrahim hala son sürat yaşantımızda. O her yerde.

Hiçbir şeyden eksik kalma e mi İbrahim?

Binbir Desibel

İbrahim BAŞARIR

Bir telefona cevap verdim ve hayatım değişti. İnsan hayatında bazı önemli anların ciddiyetini fark edemiyor ve düşünmeden hareket edebiliyor. Hatasını gördüğü anda ise her şey için çok geç kalınmış oluyor. Geçen hafta işte ben de buna benzer bir olay yaşadım ve neredeyse yüz kişinin ekmeğiyle oynama noktasına geldim. Nasıl bu kadar kendimi kaybetmiştim ben de bilmiyordum, televizyona tekrar tekrar baktığımda sanki farklı bir insanı izliyor gibiydim.

Aramızda neden bahsettiğimi bilmeyenler olabilir. Zaten böyle bir yazı kaleme alıyorsam elbet bir şekilde konuya girmem gerekecek; ancak hala cesaret edemeyerek lafı dolandırmaya çalışıyorum sevgili okur.

Daha fazla uzatmaya gerek yok. Bütün olanlar bir gün kadim dostum Kıraç'ın beni aramasıyla ve sezon finalini yapacak olan "Binbir Gece" dizisinin son bölümünde Onur ve Şehrazat'ın düğününde şiir okumamı teklif etmesiyle başladı. Ayak yapmak amacıyla kardeşime - biraz düşünmeliyim, bir şairin bir dizide oynaması ne kadar yakışık alır, hayranlarım popüler olmaya çalıştığımı düşünürler mi - gibi bahaneler ileri sürüyordum. Amacım hemen kabul etti imajını yıkmak ve kendimi biraz ağırdan satmaktı. Yoksa balıklama atlayacağım bir teklifle karşıma gelmişti can dostum ve böylece tatlı bir rekabet yaşadığım T.K'ye karşı bir gol atma imkanına sahip olacaktım. Sonunda Kıraç'ın ısrarlarına dayanamadım ve kabul ettim. Blöf yaparken aklımdan da sürekli - acaba çok mu uzatıyorum, vazgeçer mi, tadında mı bıraksam, usanıp bir başkasına teklif götürür mü - diye düşünüyordum. Ufak bir nazlanma sürecinden sonra ertesi gün Kıraç ile detayları konuşmak amacıyla sözleştik. Daha önce Sanem Çelik'le Kudret Sabancı'nın yakalandığı çay bahçesinde belirlenen saatte buluştuk. Mini toplantıya Kudret de katılmıştı ve böylece neden bu mekanın seçildiği de böylece belli oldu. Ayrıntıları belirledikten sonra ertesi hafta provalarda buluşmak üzere ayrıldık.

Eve geldiğimde acaba doğru bir karar mı verdim diye düşünmeye başladım; çünkü dizinin son bölümündeki düğün sahnesi canlı çekilecekti ve ben de bu gecede sahneye çıkıp Kıraç'ın o gece için bestelediği enstrumental parça eşliğinde en güzel aşk şiirlerimden birini okuyacaktım. Davulun sesi uzaktan hoş gelir derler ya işte atalarımız yine doğru söylemişlerdi. Ben de dayanamadım Kıraç'ı aradım ve ona canlı çekim olayından daha önce bahsetmediğini, bu yüzden de şu anda çok gergin olduğumu ve vazgeçme aşamasına geldiğimi söyledim.

Bu görüşmenin üstünden bir saat geçti geçmedi kendimi Kudret ile Musa Ocakbaşı'nda dürüm yerken buldum. Rakılar içildikçe sohbet ilerliyor, sinirler gevşemeye başlıyordu. Kudret beni çözmüştü ve zayıf noktamı kolayca bulmuştu. Dizi ve sinema sektöründeki arkadaşım Cem Taşkara'dan tüyo aldığını düşündüm ama bunu yüzüne vurmadım çünkü muhabbet güzel gidiyordu ve bu ortamı bozmak istemedim. Gece sonunda Kudret amacına ulaşmıştı ve ben kolayca ikna olmuştum.

Sıkı provalar yapıldıktan sonra sonunda o büyük gün geldi çattı; ancak çok gergindim ve kendime hakim olamıyordum. Daha önce bir çok kereler sahne tecrübesi yaşamış, İtalya'da yaşayan Türk müzisyen arkadasım Murat Kirkit bana "pasiflora" almamı tavsiye etti. Asistanıma rica ettim, bir koşu eczaneye gidip geldi. Kimseye görünmemek için tuvalette ilacı içmeye karar verdim; fakat tuvalete girmemle şaşırmam bir oldu. Dizinin as oyuncularından Tardu Flordun karşımda kanyak içiyordu. O da heyecanına yenilmişti ve bastırmak için en iyi çözüm yolu olarak alkola başvurmuştu. Bana da ikram etti ve biraz ilacıma katarsam iyice sakinleşeceğimi söyledi, nedense ona kandım, belki de basiretim bağlanmıştı, heyecandan neye inanacağımı şaşırmıştım. Tuvaletten çıktığımızda ise Tardu Flordunla İzmit günlerinden bahsederken buldum kendimi. En son bana - İzmit sadece Fethiye Caddesi'nden ibaret - diyordu.

Canlı yayına yarım saat vardı ve herkes yerini almış, repliklerini tekrar ediyordu. Ben de bir yandan okuyacağım şiiri beynime kazımaya çalışıyor, bir yandan da oturduğum masadaki ünlülerle sohbet ediyordum. Masada ilgimi en çok çeken hukuk mezunu olan İlhan Şeşen idi. Yanına E.B İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 07 mezunu diyerek yanaşıp, tek mi çift mi olduğunu sordum. Bir an şaşırdı ama hemen çift diye yanıt verdi. Ben de çifttim dedim, konu tıkanır gibi olmuştu, hemen bir şeyler uydurmam gerekiyordu. İkimiz de okuduğumuz mesleklerle ilgilenmiyoruz değil mi diyerek yeni bir sayfa açmaya çalıştım ama kendisi ben 10 yıl serbest avukatlık yaptım diyerek beni bozunca kendimi Ferhat Göçer'in yanına attım ama atmaz olaydım. Hayatımda bu kadar kasıntı ve antipatik başka bir adam görmedim diyebilirim. Ayıp olmasın diye çıkardığım türkü albümü hakkında ne düşündüğünü sorduktan sonra cevabını bile beklemeden rolüme hazırlanmam gerek bahanesiyle yanından ayrıldım. Canlı yayın öncesi yaşadığım şu iki tatsız sohbet iyice sinirlerimi germeye yetmişti. Benim ilacım Tardu'daydı veya artık ona Kerem demeye alıştırmalıydım kendimi ki canlı yayında bir kazaya mahal vermeyelim. Tardu ve Kerem arasında gidip gelirken ağzımdan Hodrimeydanlı çıkıverdi. Neyseki Tardu kendisine seslendiğimi anladı da yanıma geldi ve -iyi hatırlattın, bu sene süper ligin tozunu attıracağız değil mi - diyerek bir anda hiç beklemediğim bir konuya giriverdi. Ben Kocaelispor'u boşvermesini, asıl bana gerekli olanın kanyak olduğunu söyledim. Sağolsun çaktırmadan masa altından bardağıma koydu ve - sen ne zaman istersen - diyerek Bennu'nun (Ceyda Düvenci) yanına doğru seğirtti.

Sonunda start verilmişti, bütün konuklar sanki konu mankeniydi, kırmızı ışığı gören bir anda yalandan konuşmaya, el kol hareketleri yapmaya başlıyordu. Onun haricinde herkes ciddi bir ısınma problemi çekiyordu ama ben kanyak takviyesi yaptığım için soğuk veya rüzgar tanımıyordum ama tam olarak üzerimden o gerginliği atamamıştım. Hele ki sonunda kırmızı ışık bizim masanın önünde görüldüğü anda. Kerem ve Bennu bizim konuşarak masamıza yaklaştılar. Bennu beni göstererek Kerem'e ünlü şair E.B. ile tanıştın mı diye sordu. Aslında burada Tardu Flordun'un sadece kitaplardan tanıyorum demesi gerekirken, - Körfezli dostumu nasıl tanımam Bennucum - diyiverdi. Ben dahil herkes kalakaldık, bu lafın üstüne bir şey demek zorunluluğu hissettim; çünkü benden bahsediliyordu ve kamera bana dönmüştü. Ağzımdan - sağolsun Kerem ile dostluğumuz eskilere dayanır, asıl siz Bennu Hanım haftasonu talaşa gelecek misiniz - cümleleri çıkıverdi. Allahtan Ceyda Düvenci havada bulunan şaşkınlıktan çabuk kurtuldu da; - şu düğünü atlatalım tabi ki Sakız'ın sokağında olacağım - cevabını verdi.

Bu olayların ardından hemencecik reklam arasına girildi. Alkollu olan Tardu ve ben apar topar setten çıkarıldık. Düğünden ayrılma nedenimiz olarak da Semih Özşener'in Kerem'e gelen telefonu, onu çağırması ve benim de Kocaelili kankası olarak ona eşlik etmiş olmam düşünüldü. Ancak oyuncular ani değişen diyalogları izleyiciye başarıyla aktarmakta zorlandılar. Pastanın gelişi, Şehrazat'ın düşüşü arasında bu sohbet kaynadı gitti. Benim de dizi oyunculuğumun sonu böylece geldi. İşin en kötü tarafını sona bıraktım. T.K. Binbir Gece'nin yayınlanmasından bir gece evvel Avrupa Yakası'nda konuk oyuncu olarak yer aldı. Ben de yaşanan bu rezalet sonucunda aramızdaki rekabete son verme kararı aldım. Belki de artık kendimi tekrar şiirlerime verme vakti gelmiştir.

Videofon

Cem TAŞKARA

Yıl 2021. Ülke Kene Teröründen Sorumlu Devlet bakanlığıyla tanışmış, İ.Melih Gökçek Başbakanlıktan Cumhurbaşkanlığına çıkmış. İstanbul 2028 olimpiyatlarındaki en büyük aday, sanıldığı gibi uçan arabalar falan yok. Deniz taksileri boğazda vızır vızır...

Moda'daki siteleşmenin en güzel örneklerinden Moda Selami Öztürk Evleri'ndeki denizi en güzel gören villamdan çıkıp, Audi A15 zırhlı jipime ata biner gibi atladım.

Hedefim yeni bir videofon alıp, kariyerini Diyarbakır'da mutlu bir yuva eşliğinde sürdüren arkadaşım Emir'le 2k çözünürlüğünde konuşmaktı.

Videofonumu nerden alacağımı çok iyi biliyordum. O zamanın en büyük teknoloji marketler zinciri adayı TTT'nin (The Taskend Tech) sahibi candan arkadaşım Ahmetçim'di.

Kırmızı ışık yanınca hemen telefonuma sarıldım. Ahmet zincirin ilk ve tek şubesi olan Erenköy şubesindeydi.

İşimi en yüksekten hallettirmeyi hep severdim.

Uzun süre çalan telefon sonunda açılmıştı. "70-150 pound arası mousepadler ithal ediyoruz ilgilenir misiniz?" diye sordum. "Ooo Naber babuş?" dedi. "Geliyorum" dedim telefonu kapadım.Gittiğimde Call of Duty 7 oynuyordu. Oyununu kesip, güzel bir karşılama bekledim ama yapmadı. Videofon çeşitlerini anlatırken bana övmeye çalıştığı birbirinden gereksiz özellikleri olan videofonları geçip Sony olanını aldım. Kahve söyledi, oturduk.

TV'nin kumadasına bastığında birbirimize bakıp ultrasonik kahkahalar atmamıza neden olan şey, artık olması gereken Büyük İstanbul Depremi panelindeki konuşmacılardan Kayhan'dı.

Kayhan, Moda'daki muhteşem sitemin mimarı o zamanki İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Selami Öztürk'le tartışıyor, benim de yatırım için bir daire aldığım 2. bir Öztürk projesi olan The Moda Skyscrapers evlerini sert bir dille eleştiriyordu.

Ellerini robotik hareketlerle ileri geri hareket ettirip "Yaptırdığınız yerlerin çökecek olduğunu 3 yaşında çocuk bile biliyor!" diye haykırıyordu. "Yaptırdığınız sitede benim de arkadaşımın evi var, gittim 2-3 kere vurdum duvarlara kesin çöker o binalar" demesi, ünlü yüksek mühendis Kayhan'ın bilim adamı kimliğiyle çelişiyor, kamuoyunda Kayhan'a karşı tepki oluşmasını sağlıyordu.

"Kısa boylu dev başkanla olan problemleri, içindeki zincirleri kıramaması Kayhan'a hep puan kaybettiriyor Ahmetçim" diyip ordan ayrıldım.

Canım eve gitmek istemiyordu. Biraz boğaz havası iyi gelebilirdi. Rotamı Kuzguncuğa çevirdim. Amacım ne zamandır görmediğim İbrahim'i ziyaret etmekti. İbrahim çok saygı duyguğum bir ailenin çocuğuydu. Bu kadar saygın bir ailenin oğlu sırf kızlara şov olsun diye kendini neden yıllarca Moda'da oturuyorum diye tanıtmıştı anlamam. Oysaki o Caferağa'da otururdu eskiden.

Aklımda bu sorularla İbrahim'in evinin önünde park yeri aramaya başladım.

Onu gökte ararken yerde bulmuştum. Midye dolma tezgahının hemen önünde duran ta kendisiydi.

Radikal gazetesinin pazar günleri yayınladığı tv ekinde program eleştirmenliği yapan dostum İbo. Camı açıp kafamı çıkartmamla elleriyle savunmasını yapması arasında 2 saniye bile yoktu. Hala hızlı, hala bekar, hala da herşeye bir anda yetişebiliyordu.

"Alo!" dedim. Bana tokat attı. Sonra cebinden çıkardığı 100 tl'sini avucu içinde sıkarak midye dolmacıya verip arabama bindi. "Olm geldiğin iyi oldu lan şurda bi meyhane keşfettim oraya gidelim çok iyi fava yapıyorlar fava fava fava fava" dedi. Herkesi nerden vuracağını biliyordu. Bukalemun gibi bir adamdı.

Meyhaneden çıktıktan sonra kendimi hemen eve atmıştım.

Videofonumu kurup hemen Emir'in numarasını tuşladım. Canım dostumu görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Telefonu Emir'in ortanca oğlu Sidar açtı. "Naber lan Sidar?" dedim. "İyiyam Cem ağabey sen nasılsan, salak babam içeride çiküfte yoğuriyir" derken arkadan, "Sidar ne biçim konuşuyorsun sen babanla?" diyen Zelal yengem , kucağında Hivda'yla gözüktü. "Naber Cemo bak bu bizim en küçük" dedi.

Yengemle tam konuşmaya başlamıştık ki arkada Emir'i görür gibi oldum. Bana doğru gelmeye çalışıyordu fakat sırtına atlayıp yüzünü tokatlayan büyük oğlu Demhit'in "Cemo abim gelmişşş vay cemo abime bak!" diyerek yaptığı karşılama şovu Emir'i çok zor durumlara düşürüyordu. Demhit beni çok severdi. Ona hep babasıyla ilgili şakalar öğretirdim eksiksiz yapardı.

Sonunda arkadaşımı görebilmiştim, "Kusura bakma Cemocum geliyem ama ellerim çok yağlıdır ha!" diyip gülerken yanlışlıkla zıplayıp telefonun kapatma düğmesine bastı.

Hiç değişmemişti. Hiç değişmeyecekti.

cemt 02.32 on the last day in Cihangir Baskurt Residences

Barf

Ahmet TAŞKENT

Hiçbir zaman gece yaşayan adamlardan olamadım. Sabahın ilk ışıklarıyla yatıp, akşam uyanan insanlardan. Neden bilmiyorum, gün ağarırken uyumama rağmen kalkış saatim 11’i geçmiyor...

Sanırım bir refleks bu. Hayata karşı bir refleks. Hani ergenlik zamanlarında abaza arkadaş grubunuzla aynı evde kalacaksınızdır. Sert bir gece geçer, herkes kıvamdadır. Alkol gırla gitmektedir. Ve gözleriniz kapanmaya başlasa bile uyumamak için direnirsiniz, çünkü bilirsiniz ki o gece, daha bir çok şakaya ve hayvanlığa gebedir. Bu sebeple uyuduğunuz zaman bile benliğiniz ve beyniniz dışardan gelecek herhangi bir hayvan şakasına reaksiyon göstermek ve savunmak adına tetiktedir. Ve en ufak bir çıtırtıya bile uyanırsınız. İşte ben de hayat bana küçük oyunlar ve şakalar yapabilir korkusuyla otomatikman erkenden uyandığımı düşünüyorum. Kendime böyle bir tanı koydum. Aynen doktora gitmeden kendime migren teşhisi koymam gibi.

Yine o gece hava aydınlanırken yatmış, sabah saat 10:30 gibi de kalkmıştım. İnsanlar sabah kalkınca yüzünü yıkar, kahvaltısını hazırlar. Ya da karizmatik bir şekilde hiçbir şey yemedenkahveyle başlar güne. Bilgisayarını açıp maillerine bakanlar da olabilir. Veya gazeteye göz gezdirenler. İnanır mısınız, ben bunların hiçbirsini yapmıyorum. Açıkça söylemek gerekirse, mal gibi yatıp gözlerimi bir yere odaklayıp uzun süre bakıyorum. Ben de isterdim kalkar kalkmaz müzik açayım, kahve için su kaynatayım. Güzel trip olur. Ama olmuyor. Eğer o gün yapacak bir şeyim yoksa, bakışlarımı sabitleyip birisinin duruma müdahele etmesini bekliyorum. Bu bazen bir zil oluyor, bazen de telefon. Dürtülmediğim sürece harekete geçmem.

İşte o sabah ta telefonun acı sesiyle kendime geldim. Arayan 18 senelik kadim dostum Murat Kirkit’ti. “Dinle!” dedi ve gitarının hüzünlü telleriyle baş başa bıraktı beni. Dostumun acı bir tarzı vardı, sanırım kendisini Sezen Aksu, beni de gecenin köründe uyandırıp yeni bestesini dinlettiği Levent Yüksel sanıyordu. Yaklaşık 9 dakika süren gitar solonun ardından heyecanla “Nasıl?” diye sordu. Bu soruya hazır değildim, lakin uyukluyordum, ani bir reflekse ağzımdan “Barf” kelimesi çıktı. “Daha tam hazır değil, bazı eksiklikler var tabi” dedi. ‘Eksikse şarkının tam sürümü 19 dakika mı a.k’ diye geçirdim içimden, “Evet farkettim, üzerinde biraz daha çalışılabilir” dedim dışımdan.

Bir süre müzik, notalarla seks, sipenişgitar, akor, şaft ibne bar konu başlıklı bir şeyler anlattı. Aralara helvacıoğlu flüt, solfej anahtarı çizmenin zorlukları, giray’ın orgu gibi şeyler sıkıştırmaya çalıştım muhabbete girmek için, ama dostum bana mısın demiyor, yaptığı yeni bestenin verdiği coşkuyla anlattıkça anlatıyor, beni dinlemiyordu. En sonunda buna bir dur dedim, “Murat’çım kendime bir kahve koyayım, biliyorsun sabahları bir sade kahve içmeden ayılamıyorum, sonra da buluşalım senle öyle anlat derdini, böyle telefonda olmuyor” dedim. Bu defa da evde şeykırıyla icad ettiği aromalı kahveden bahsetmeye başladı. “Şarjım yalnız bitebilir her an, söyliyeyim” dedim, kaç ölçü süt koyulacağını anlattığı sırada da telefonu suratına kapattım.

Ağırkanlıydı. Jazz aşığıydı. Berbat gitar çalardı.

İyiydi dii mi?

Bu Şekilde Olmaz!

Cem TAŞKARA

Başta kendim olmak üzere hiçbir arkadaşımdan memnun değilim. Bu aciz kitleye en yakışacak en güzel söz belki de en sevdiğim cümlelerden birisi olan 'Bu şekilde olmaz!' olacaktır.

Evet. Bu şekilde olmaz. Neden olmaz? Niçin olmaz?

Anlatayım.

Ben kendimden başlıyorum. Geçen gece annem ve babam'ın Bahariye'deki residancelarına bir ziyaret yaptım. Gece eve 4 gibi geldim. Yatmadan önce facebookumu bir kontrol edeyim derken babam içeri girdi. Bellki benlen konuşmak istemiş, beklemiş beklemiş ve uyumuştu. O gergin adımlarıyla odama girdi. Sandalyeme oturdu sakin bir ses tonuyla 'Benim oğlum hiperaktif' dedi. Kendime zaman ayırmam gerektiğinden bahsetti. Bana 56 dakika süren ve benim hiçbir lafına yanıt veremediğim bir konuşma yaptı. Sonra pencereye yöneldi. Aşağıda belli ki bir çift oturuyordu. Tam gitti uyuyacam derken, bu çiftin yaptıklarını bana anlatmaya başladı. 'Bak bak bak kıza bak oğlanın boynuna dolamış kolunu. Bak bak bak' gibi garipsemelerini dinler olmuştum.

Sonra korktuğum başıma geldi ve bana dönerek 'Kız arkadaşın var mı?' dedi. Bense uyuma numarası yaparak hemen bu sorudan sıyrıldım. Meydandan koşarak kaçmıştım. Ama göreceğim rüyanın peşime düşeceğini nerden bilebilirdim?

Bir cafede yalnız oturmuş önümde laptop kulağımda kulaklık kahvemi yudumluyordum. Reyting şampiyonu ve benimde Color Grading işlemini büyük bir gururla gerçekleştirdiğim dizi Annem 'in başrol oyuncusu Gonca'nın en yakın kız arkadaşı gelip yanıma oturdu. Elini çenesine koymuş kafasını hafif yana eymiş bana gülümsüyordu. 'Merhaba' dedim. Hala gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. Derken uyandım. Ama uyanmak istemiyordum. Hemen uyursam rüyama devam edeceğimi sandım fakat olmadı. Çok üzüldüm.

Bu kadar kötüyüm yani.
Bu şekilde olmamalıydı.

Arkadaşlarımı ele alalım. Çok kötüler. Bana hiçbir faydaları yok. Aloyu değişik bir aksanla söyleyen ve kendi taklidi yapılınca deliren ve topluluğu gülme krizlerine sokan arkadaşım İbrahim... Çok saygın bir aileden gelen İbrahim'in babası Roma mübaşirleri derneğinin başkanlığını bile sürdürse de kendisi çok kötü. Rezil biri. Benle sadece Cihangir'deki palasım için arkadaş olduğunu bile düşünüyorum bazen.

Kayhan.Çok kötü. Rüyasında kırmızı şapkalı cüceler gördüğünü iddaa ediyor. Kızlara şirin gözükmeye çalışıyor. Ne o? Dev bedenimin altında pamuk prenses gibi bir çocuk var mesajını mı vermeye çalışıyor? Peh! Mp3 playırında 'O beni prenses peri sanıyor' şarkısını bulduğumda anlamalıydım.

Ahmet, Emir Budak, Efe gibilereyse artık söylemeye laf kalmadı.

Sonuç olarak; Herkes kendine gelsin. Bu şekilde hakkaten olmaz. Stilimizi değiştireceğimiz gün 1 Hazirandır. Yaza merhaba. Gerekli deklarasyonu grup üyelerine bildireceğim. Radikal kararların alınacağı bu deklarasyon bir manifesto niteliğinde olacaktır.

Saygılarımla.

cemt 00.51 @ Cihangir Blues

Mühürlü Kader

Ahmet TAŞKENT

Cem’e…

Hiçbir zaman şato, plaza, palas, saray, rezidans ve şu an adını sayamadığım bilimum artistik isimlere sahip bir yerde başını yastığa koymayacaksın.

Hiçbir zaman ünlü bir kız arkadaşın olmayacak.

Hiçbir zaman tahtın olmayacak, ibrahim ve emir seni büyük tropik yapraklarla yellemeyecekler, benim elimde de üzüm salkımı olmayacak.

Hiçbir zaman Trabzon şampiyon olmayacak.

Hiçbir zaman elinde mikrofonla o en sevdiğin şarkıyı yüzbinlere söylemeyeceksin.

Hiçbir zaman Kemal Sunal’la tanışamayacaksın.

Hiçbir zaman kont, dük, lord gibi bir unvan eklenmeyecek isminin başına.

Hiçbir zaman onu unutamayacaksın.

Hiçbir zaman Ölü Ozanlar Derneği’ndeki gibi bir arkadaş ortamın olmayacak.

Hiçbir zaman İstanbul’u yenemeyeceksin.

Ne bekliyordun ki?

aamett @ Erenköy Headquarters

Ahmet T. ile That's the İzdivaç

Kayhan KOLCU

Programımıza başlamadan önce adı geçen kişileri belirtme gereği hissettik kendi çapımızda. Yazı başlığı kadar net, program sunucusu Ahmet T., henüz nereye düştüğünün farkında olmayan sülün gibi kızcağız Üç Nokta (ÜN), pek gözde olmayan bekarlar K., E., İ., ve C. Son olarak olaylara farklı bir bakış açısıyla yaklaşacak olan bendeniz (dışses). Kişilerin tamamen uydurma olduğunu söylemeden edemeyeceğiz.

Ahmet T: evet bir izdivaç programına daha hoşgeldiniz. Artık kurallarına ve akışına aşina olduğunuz programımız hakkında lafı fazla uzatmadan bugünkü şanslı kızımız ÜN’ yı çağırıyorum... Evet bize biraz kendinden bahseder misin?

ÜN : ... yaşındayım...okuyorum...severim...boş zamanlarımda... (her neyse)

Ahmet T: Teşekkürler ÜN. İsterseniz şimdi bekarlarımızı tanıyalım. Arkadaşları arasında tam bir fenomen. Maça gitmeyi, uyumayı ve uykusunu getirdiği için kitap okumayı seviyor. Senden başlayalım K.

K : Selam bebek... (evet, bu girişiyle olmayan öz güvenini varmış gibi göstermeye çalışarak, sırf programa katıldığı için kendisine bahşettiğimiz %3 şansını da stüdyonun spotları arasında kaybolmaya mahkum bırakmış bu arkadaşın hayata karşı kayıtsız duruşunu anlamaya çalışmakla vakit kaybetmenin gerekliliğini sorgulamaktan artık vazgeçmiş olduğunuzu ümid ederek eğer cümleye başlarken neden bahsediyordu sorusu eşliğinde paragrafın başına dönmeyi düşünüyorsanız vazgeçiniz, zira kendisinden bu yazı içinde bir daha bahsetmeyi gereksiz görüyoruz.)

Ahmet T: Evet. İstanbul Hukuk Çift. Halısahanın çalışkan ismi, acımasız avukat, armut yemeyi ve türkü çığırmayı seviyor...Seni dinliyoruz E.

E : ... (tam konuşmaya başlayacağı sırada hoparlörlerden yükselen Ankara havasına dayanamayarak kendini ortaya atar E. Program sunucusunun şaşkın bakışları ve seyircinin tempolu alkışları arasında sanatını icra eder. Ön sıralardaki teyzeler de kendisine katılır. Programa etkileyici bir giriş yapmak isteyen E. dansını o meşhur ‘ayağım kaydı o yüzden düştüm. Sünnet çocuğuyum ben, herkes bana baksın’ figürüyle noktalar ve seyirciyi coşturur. Program sunucusu E.’ yi yerden kaldırmak için eğilirken kahkahalarına ara verip ‘ reklamlar’ der.)

Ahmet T: evet. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Edebiyat, sinema, futbol vb. insanlarla tıkanmadan muhabbet edebilmek için ilgi duyulması gereken ne varsa onlara ilgi duyuyor. Arkadaşları çok konuşmasından biraz şikayetçi. Seni dinliyoruz İ.

İ : ‘fendim.

Ahmet T: Seni dinliyoruz dedim.

İ : he tmam neyse. Fimfeztivaline gittm en son. Çok ii film igılvsşark. Ama o neydi öbürü neydi o çok iidiil o neyse olmamış o olmamış. En sevdiğim mekan kaffpi, içcek fındık vodka. Çok ii, çok ii.
Ahmet T: İzin verirsen C. de konuşsun İ. Kolorist, reyting avcısı. Kendi evinin efendisi, arkadaşları müsrifliğinden şikayetçiler, bazı yanlış kararları var. Son olarak sıra sende C.

C : He.(sigarasının dumanını hafif sahtelikle yukarı doğru üfler ama hafif sahte.) Beni neden sona koydunuz ya (cevap alamaz. Herkes trip yaptğının farkındadır. ÜN belli ki hoşuna gitmiştir. Bir de ‘r’ leri yuvarlamaya başlarsa tamam.) Neydi bu prooramın adı ya. (aha!...) Neyse. Padişahım ben ama evde canım çok sıkılıyoo aslında ama belli etmiyorum, süperim. Yo! (kendini şaşmıştır. Bu kadarını ben de beklemiyordum.)

Ahmet T: reklamlardan sonra ÜN’ nın ilk anda elektrik alamayıp, (yani!) elediği aday hariç burada olacağız. Bir yere ayrılmayın...

Ahmet T: Evet ÜN ‘neden’ diye sormayıp senin adaylara soracağın ilk soruya geçiyoruz hemen.

ÜN : ee...evet. kız arkadaşınızı ilk buluşmada nereye götürürsünüz. E.’ den başlayalım.

E : Sevgilimi şık bir lokantada akşam yemeğine çıkarır (aylık maaşını hatırlatmak istemiyorum), sonrasında bir yerlerde bir kahve içmeye götürürüm. Kendisine zuzu diye hitap ederim... (tamam yavaş)

İ : Bu ne be. Ne şık lokantası. Çıkarım abi ben giderim o tüneldeki yere. Çıkışında da Araf çok ii mekan çok ii çalıyo çok ii.

E : İşte sen bu kadar iğrenç bi adamsın ancak gideceğin yer orası senin.
(buradaki karşılıklı atışmalar kızımız ÜN’ nın hoşuna gitmiştir içten içe. Sempatik çocuklar.)

C : Ben kızımı Moda’ ya çay içmeye götürürüm. Onu daha yakından tanımaya çalışırım. Çayı ben ısmarlarım. Ben varken kimse hesap ödeyemez. (tam bir aşk adamı.)

ÜN : evet. Bu hoş cevaplardan sonra ikinci soruma geçiyorum. Kendinizi üç kelimeyle anlatın lütfen. Sırayı bozmayalım evet E.

E : Karizmatik (!), anlayışlı (?), sahiplenen ( hahahha, kusura bakmayınız tutamadım kendimi)

İ : ... (bu sırada E. Söze karışır.)

E : alo. alo. alo. (ah nedir bu öne çıkma çabası)

İ : girzekalı. (İ. Bu noktada dayanamaz. E' nin kavalına tatlı bir tekme atar. E' nin gözleri şaşkınlıkla büyür ve kaçmaya başlar. Stüdyonun dışına doğru koşarlar. Stüdyodaki ve ekranları başındaki seyircilerden kalp krizi geçirdiğini sananlar olur.)

C : heh ne komik çocuklar. Adın neydi bu arada senin ya. ( ulan hep aynı numara!)

( ÜN’ nın yüzünde hafif bir gülümseme belirir. Bu sırada süper ikili kol kola stüdyoya döner ama artık çok geçtir.)

Ahmet T: Hadi bakalım kar tanesi. İhale sana kaldı. (becerebilirsen... Tom Waits’ den “hows it gonna end” çalmaya başlar. Çok karizmatik bir bitiriş.)