I Love My Pencil Case

Ahmet TAŞKENT

İlk ders İngilizce. Ödevi yapmamışsınız. Sınıftan içeri adımınızı atıyorsunuz ve panik halinde etrafta koşuşturup birbirinin ödevini kopyalamaya çalışan insanları görüyorsunuz. Karnınıza bir ağrı saplanıyor. İşte bu olay, şu yaşıma kadar görüp-geçirdiğim en sıkıntılı anlar içinde ilk üçe oynar.

Çok uykum vardı. Hem de çok. Şimdilerde 6-7 saat uykunun gün boyunca dinç kalmaya yettiğini düşünürsek, 13 yaşındaki bir çocuğa 9-10 saatlik uykunun yetmemesi oldukça düşündürücü. Tövbe estağfurullah, ne biçim iş? Neyse konumuz bu değil.

Merdivenleri ağır ağır çıkıyordum. 13 yaşındaydım, uykum vardı, ilk ders İngilizce’ydi. Ödevi yapmamıştım. Gözlerim yarı kapalıydı, uyanamıyordum. Merdivenin sonunda bir silüet belirdi. Yaklaştıkça büyüyen silüet somurtarak bana bakıyordu. “Günaydın” dedim, onaylarcasına kafasını salladı. Şakaklarına işaret ve orta parmaklarıyla ince ince masaj yapıyordu. Bir sıkıntısı olduğu belliydi. Alnındaki yarabandına gözüm ilişti. O an bazı şeylerin yolunda gitmediğini anladım. Bu saçma hareketler, tripler, abartılı oyunculuk… Başıma gelecekleri bile bile, bir an önce yanından ayrılabilmek ve sınıfa gidip zil çalmadan önceki son 4 dakika uyuyabilmek için ona istediğini verdim; ‘Hayırdır, neyin var?’ dercesine kafamı iki yana salladım. “Formdan düştüm” diyip klasik gülüşünü yaptı.

‘Formdan düştüm.’ İki sihirli kelime… İki koca destan, iki koca dünya, iki denklem, iki şifre, iki atom çekirdeği… Ve bunun gibi daha yüzlercesi. Kısa zamana sığdırılmış yüzlerce kötü şaka. Hazırlanan ve sahnelenen tripler. Ah ulan ah… İlmik ilmik işlenmiş ve planlanmış tripler… Bunların hiçbirsini hak etmedim. Hala izlerini taşıyorum üzerimde bu şakaların. Aradan geçen uzun yılların ardından tek fark, bu tarz esprileri yaptıktan hemen sonra ‘yazış’ kelimesini cümlenin sonuna eklemem. O da durumu ne kadar düzeltiyor bilemiyorum. Belki de hiçbir faydası dokunmuyor, ben farkında değilim. Zehirlendim. Zehirledi beni. 95 yılında akıttı zehrini damarlarıma. Lanet olsun İbrahim…

Okula ilk adımı attığın günü hatırla. Üzerinde ‘I Love My Pencil Case’ yazan kalemkutunu hatırla. Daha ilk gün. Yepyeni bir okul, yepyeni bir sınıf, yepyeni bir öğretmen… O kalemkutu da neyin nesiydi? Ne bekliyordun? İlk günden sayfalarca yazı yazacağımızı, kalemin ucunu açman gerekeceği için kalemtraş, yazdığın şeyi beğenmeyip silip silip tekrar yazabilmen için bir silgi, yazmayı bitirdikten sonra da resim çizeriz belki diye renkli kalemler gerekebileceğini de nerden çıkardın? O kalemkutusuna ne gerek vardı? Daha ilk gün… Peki tozlu raflar arasında bulduğum o gün çekilen fotoğrafta kendinden çok neden kalemkutuyu ön plana çıkardın, objektifin ağzına ağzına neden soktun o kalemkutusunu? Ne kadar sağlamcı bir kişi olduğunu o fotoğrafa bakan alakasız bir kişi hiç tereddüt etmeden söyleyecektir. Yazık…

O buram buram şov kokan kalemkutusundan anlamam gerekirdi. Bir uyarıydı o kalemkutusu. Kendimizi kurtarabilmemiz için bir sinyaldi. İlerki yıllarda gelecek tehlikeyi tahmin etmemiz gerekirdi. Anlayamadık. İbrahim hala son sürat yaşantımızda. O her yerde.

Hiçbir şeyden eksik kalma e mi İbrahim?

Hiç yorum yok: