Tanka Karşı Taş

Utku KOLCU

Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar vardı.

Bir de Beşiktaşlılar...

Fenerbahçelilerle Galatasaraylılar yılın derbisini oynadılar. En kibar halleri Fenerbahçesiz Galatasaray olmaz, Galatasaraysız Fenerbahçe olmaz şeklinde geçti. Beşiktaşlılar tartışmaya katılmadılar. Onlar liberalliğin doruklarında gezen, zaferlerin tadını çıkaran renkliler diğerleri ise günde 9 saat çalışan siyah-beyaz işçiler gibiydi. Yüksek tavanlı kiliselerinde, tablolar arasında mumlar yakarak ibadet eden hristiyanlar onlardı. Diğerleri ise ölüsüne kabir yapmaması gereken,ibadethanesi olabildiğince gösterişsiz olan müslümanlar. Onlar kendi aralarında rakipti, diğerleri ise içten içe desteklenen ikinci takım. İnsan ikinci takımıyla birinci takımının maçında yılın derbisini yaşamaz. Sessiz, az konuşan, ama kendisini sevdiğini hep bildiği arkadaşını aramak diğer arkadaşlarına arama düşüncesinden önce bir tek ölüceği vakit gelir. Onu aşağılamayan kadına o kadar aşık olmaz.Onu aşağılayan kadından ayrıldığında, kibar sevgilisini yad edince kendini romantik sanır. Uysal olma durumu, tevazu en ünlü kahramanların özelliği olmamıştır. Etliye sütlüye karışmıyor, bir iltifat değildir.

Karşıya geçmenin sevdiğim iki yanı var. Birincisi Beşiktaş semti,ikincisi vapur yolculuğu. Ben karşı derken Avrupa Yakasını kastederim. Beşiktaş ÇARŞI’sı Beşiktaş İskelesine ayak bastığınız vakit meydanın sol tarafında kalır. Beşiktaşlılar, İnönü Stadının tam karşısında Kabataş İskelesi varken Beşiktaş İskelesine gitmeyi yeğlerler. ÇARŞI’da bira içerler. Balık yerler. Maç saatine kısa bir süre kala Dolmabahçe Sarayı güzergahı üzerinden İnönü Stadyumuna ulaşırlar. Dünya üzerinde daha güzel bir yerde daha güzel bir stad yoktur. Böyle bir sonuca ulaşmam için, ikinci bir stad görmem gereksiz. İlk görüşte verilen kararlar, çok net gerçekler vardır.

Beşiktaş gri değil, siyah beyazdır. Yakışıklı, çapkın genç değil,mahallenin delikanlısıdır. Real Madrid Barcelona maçında kesinlikle Barcelonayı tutan Türktür. Birahanede rakı içen adamdır. Turuncu Nike Aerow değil, siyah-beyaz Mikasadır. Tekniğiyle göz dolduran Okocha değil, asist kralı Amokachidir. Arif Erdem değil, Mehmet Özdilektir. Hakan Şükür değil, Metin Tekindir. İbrahim Tatlıses değil, Neşet Ertaştır. Beşiktaşlı olsun sizin de taraftarınız var diyen kibirli adam değil, mazlum, uysal, mütevazı adam mıdır?

Haddinizi aşan benzetmeler. Bazı durumlar vardır, insan anlamakta zorlanır. Ben anlatmak istemem.

Çünkü Beşiktaş Yıldırım Demirören değil, Süleyman Seba'dır.

Beşiktaş ÇARŞI’sı Beşiktaş İskelesine ayak bastığınız vakit, meydanın sol tarafında kalır.

I Love My Pencil Case

Ahmet TAŞKENT

İlk ders İngilizce. Ödevi yapmamışsınız. Sınıftan içeri adımınızı atıyorsunuz ve panik halinde etrafta koşuşturup birbirinin ödevini kopyalamaya çalışan insanları görüyorsunuz. Karnınıza bir ağrı saplanıyor. İşte bu olay, şu yaşıma kadar görüp-geçirdiğim en sıkıntılı anlar içinde ilk üçe oynar.

Çok uykum vardı. Hem de çok. Şimdilerde 6-7 saat uykunun gün boyunca dinç kalmaya yettiğini düşünürsek, 13 yaşındaki bir çocuğa 9-10 saatlik uykunun yetmemesi oldukça düşündürücü. Tövbe estağfurullah, ne biçim iş? Neyse konumuz bu değil.

Merdivenleri ağır ağır çıkıyordum. 13 yaşındaydım, uykum vardı, ilk ders İngilizce’ydi. Ödevi yapmamıştım. Gözlerim yarı kapalıydı, uyanamıyordum. Merdivenin sonunda bir silüet belirdi. Yaklaştıkça büyüyen silüet somurtarak bana bakıyordu. “Günaydın” dedim, onaylarcasına kafasını salladı. Şakaklarına işaret ve orta parmaklarıyla ince ince masaj yapıyordu. Bir sıkıntısı olduğu belliydi. Alnındaki yarabandına gözüm ilişti. O an bazı şeylerin yolunda gitmediğini anladım. Bu saçma hareketler, tripler, abartılı oyunculuk… Başıma gelecekleri bile bile, bir an önce yanından ayrılabilmek ve sınıfa gidip zil çalmadan önceki son 4 dakika uyuyabilmek için ona istediğini verdim; ‘Hayırdır, neyin var?’ dercesine kafamı iki yana salladım. “Formdan düştüm” diyip klasik gülüşünü yaptı.

‘Formdan düştüm.’ İki sihirli kelime… İki koca destan, iki koca dünya, iki denklem, iki şifre, iki atom çekirdeği… Ve bunun gibi daha yüzlercesi. Kısa zamana sığdırılmış yüzlerce kötü şaka. Hazırlanan ve sahnelenen tripler. Ah ulan ah… İlmik ilmik işlenmiş ve planlanmış tripler… Bunların hiçbirsini hak etmedim. Hala izlerini taşıyorum üzerimde bu şakaların. Aradan geçen uzun yılların ardından tek fark, bu tarz esprileri yaptıktan hemen sonra ‘yazış’ kelimesini cümlenin sonuna eklemem. O da durumu ne kadar düzeltiyor bilemiyorum. Belki de hiçbir faydası dokunmuyor, ben farkında değilim. Zehirlendim. Zehirledi beni. 95 yılında akıttı zehrini damarlarıma. Lanet olsun İbrahim…

Okula ilk adımı attığın günü hatırla. Üzerinde ‘I Love My Pencil Case’ yazan kalemkutunu hatırla. Daha ilk gün. Yepyeni bir okul, yepyeni bir sınıf, yepyeni bir öğretmen… O kalemkutu da neyin nesiydi? Ne bekliyordun? İlk günden sayfalarca yazı yazacağımızı, kalemin ucunu açman gerekeceği için kalemtraş, yazdığın şeyi beğenmeyip silip silip tekrar yazabilmen için bir silgi, yazmayı bitirdikten sonra da resim çizeriz belki diye renkli kalemler gerekebileceğini de nerden çıkardın? O kalemkutusuna ne gerek vardı? Daha ilk gün… Peki tozlu raflar arasında bulduğum o gün çekilen fotoğrafta kendinden çok neden kalemkutuyu ön plana çıkardın, objektifin ağzına ağzına neden soktun o kalemkutusunu? Ne kadar sağlamcı bir kişi olduğunu o fotoğrafa bakan alakasız bir kişi hiç tereddüt etmeden söyleyecektir. Yazık…

O buram buram şov kokan kalemkutusundan anlamam gerekirdi. Bir uyarıydı o kalemkutusu. Kendimizi kurtarabilmemiz için bir sinyaldi. İlerki yıllarda gelecek tehlikeyi tahmin etmemiz gerekirdi. Anlayamadık. İbrahim hala son sürat yaşantımızda. O her yerde.

Hiçbir şeyden eksik kalma e mi İbrahim?

Binbir Desibel

İbrahim BAŞARIR

Bir telefona cevap verdim ve hayatım değişti. İnsan hayatında bazı önemli anların ciddiyetini fark edemiyor ve düşünmeden hareket edebiliyor. Hatasını gördüğü anda ise her şey için çok geç kalınmış oluyor. Geçen hafta işte ben de buna benzer bir olay yaşadım ve neredeyse yüz kişinin ekmeğiyle oynama noktasına geldim. Nasıl bu kadar kendimi kaybetmiştim ben de bilmiyordum, televizyona tekrar tekrar baktığımda sanki farklı bir insanı izliyor gibiydim.

Aramızda neden bahsettiğimi bilmeyenler olabilir. Zaten böyle bir yazı kaleme alıyorsam elbet bir şekilde konuya girmem gerekecek; ancak hala cesaret edemeyerek lafı dolandırmaya çalışıyorum sevgili okur.

Daha fazla uzatmaya gerek yok. Bütün olanlar bir gün kadim dostum Kıraç'ın beni aramasıyla ve sezon finalini yapacak olan "Binbir Gece" dizisinin son bölümünde Onur ve Şehrazat'ın düğününde şiir okumamı teklif etmesiyle başladı. Ayak yapmak amacıyla kardeşime - biraz düşünmeliyim, bir şairin bir dizide oynaması ne kadar yakışık alır, hayranlarım popüler olmaya çalıştığımı düşünürler mi - gibi bahaneler ileri sürüyordum. Amacım hemen kabul etti imajını yıkmak ve kendimi biraz ağırdan satmaktı. Yoksa balıklama atlayacağım bir teklifle karşıma gelmişti can dostum ve böylece tatlı bir rekabet yaşadığım T.K'ye karşı bir gol atma imkanına sahip olacaktım. Sonunda Kıraç'ın ısrarlarına dayanamadım ve kabul ettim. Blöf yaparken aklımdan da sürekli - acaba çok mu uzatıyorum, vazgeçer mi, tadında mı bıraksam, usanıp bir başkasına teklif götürür mü - diye düşünüyordum. Ufak bir nazlanma sürecinden sonra ertesi gün Kıraç ile detayları konuşmak amacıyla sözleştik. Daha önce Sanem Çelik'le Kudret Sabancı'nın yakalandığı çay bahçesinde belirlenen saatte buluştuk. Mini toplantıya Kudret de katılmıştı ve böylece neden bu mekanın seçildiği de böylece belli oldu. Ayrıntıları belirledikten sonra ertesi hafta provalarda buluşmak üzere ayrıldık.

Eve geldiğimde acaba doğru bir karar mı verdim diye düşünmeye başladım; çünkü dizinin son bölümündeki düğün sahnesi canlı çekilecekti ve ben de bu gecede sahneye çıkıp Kıraç'ın o gece için bestelediği enstrumental parça eşliğinde en güzel aşk şiirlerimden birini okuyacaktım. Davulun sesi uzaktan hoş gelir derler ya işte atalarımız yine doğru söylemişlerdi. Ben de dayanamadım Kıraç'ı aradım ve ona canlı çekim olayından daha önce bahsetmediğini, bu yüzden de şu anda çok gergin olduğumu ve vazgeçme aşamasına geldiğimi söyledim.

Bu görüşmenin üstünden bir saat geçti geçmedi kendimi Kudret ile Musa Ocakbaşı'nda dürüm yerken buldum. Rakılar içildikçe sohbet ilerliyor, sinirler gevşemeye başlıyordu. Kudret beni çözmüştü ve zayıf noktamı kolayca bulmuştu. Dizi ve sinema sektöründeki arkadaşım Cem Taşkara'dan tüyo aldığını düşündüm ama bunu yüzüne vurmadım çünkü muhabbet güzel gidiyordu ve bu ortamı bozmak istemedim. Gece sonunda Kudret amacına ulaşmıştı ve ben kolayca ikna olmuştum.

Sıkı provalar yapıldıktan sonra sonunda o büyük gün geldi çattı; ancak çok gergindim ve kendime hakim olamıyordum. Daha önce bir çok kereler sahne tecrübesi yaşamış, İtalya'da yaşayan Türk müzisyen arkadasım Murat Kirkit bana "pasiflora" almamı tavsiye etti. Asistanıma rica ettim, bir koşu eczaneye gidip geldi. Kimseye görünmemek için tuvalette ilacı içmeye karar verdim; fakat tuvalete girmemle şaşırmam bir oldu. Dizinin as oyuncularından Tardu Flordun karşımda kanyak içiyordu. O da heyecanına yenilmişti ve bastırmak için en iyi çözüm yolu olarak alkola başvurmuştu. Bana da ikram etti ve biraz ilacıma katarsam iyice sakinleşeceğimi söyledi, nedense ona kandım, belki de basiretim bağlanmıştı, heyecandan neye inanacağımı şaşırmıştım. Tuvaletten çıktığımızda ise Tardu Flordunla İzmit günlerinden bahsederken buldum kendimi. En son bana - İzmit sadece Fethiye Caddesi'nden ibaret - diyordu.

Canlı yayına yarım saat vardı ve herkes yerini almış, repliklerini tekrar ediyordu. Ben de bir yandan okuyacağım şiiri beynime kazımaya çalışıyor, bir yandan da oturduğum masadaki ünlülerle sohbet ediyordum. Masada ilgimi en çok çeken hukuk mezunu olan İlhan Şeşen idi. Yanına E.B İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 07 mezunu diyerek yanaşıp, tek mi çift mi olduğunu sordum. Bir an şaşırdı ama hemen çift diye yanıt verdi. Ben de çifttim dedim, konu tıkanır gibi olmuştu, hemen bir şeyler uydurmam gerekiyordu. İkimiz de okuduğumuz mesleklerle ilgilenmiyoruz değil mi diyerek yeni bir sayfa açmaya çalıştım ama kendisi ben 10 yıl serbest avukatlık yaptım diyerek beni bozunca kendimi Ferhat Göçer'in yanına attım ama atmaz olaydım. Hayatımda bu kadar kasıntı ve antipatik başka bir adam görmedim diyebilirim. Ayıp olmasın diye çıkardığım türkü albümü hakkında ne düşündüğünü sorduktan sonra cevabını bile beklemeden rolüme hazırlanmam gerek bahanesiyle yanından ayrıldım. Canlı yayın öncesi yaşadığım şu iki tatsız sohbet iyice sinirlerimi germeye yetmişti. Benim ilacım Tardu'daydı veya artık ona Kerem demeye alıştırmalıydım kendimi ki canlı yayında bir kazaya mahal vermeyelim. Tardu ve Kerem arasında gidip gelirken ağzımdan Hodrimeydanlı çıkıverdi. Neyseki Tardu kendisine seslendiğimi anladı da yanıma geldi ve -iyi hatırlattın, bu sene süper ligin tozunu attıracağız değil mi - diyerek bir anda hiç beklemediğim bir konuya giriverdi. Ben Kocaelispor'u boşvermesini, asıl bana gerekli olanın kanyak olduğunu söyledim. Sağolsun çaktırmadan masa altından bardağıma koydu ve - sen ne zaman istersen - diyerek Bennu'nun (Ceyda Düvenci) yanına doğru seğirtti.

Sonunda start verilmişti, bütün konuklar sanki konu mankeniydi, kırmızı ışığı gören bir anda yalandan konuşmaya, el kol hareketleri yapmaya başlıyordu. Onun haricinde herkes ciddi bir ısınma problemi çekiyordu ama ben kanyak takviyesi yaptığım için soğuk veya rüzgar tanımıyordum ama tam olarak üzerimden o gerginliği atamamıştım. Hele ki sonunda kırmızı ışık bizim masanın önünde görüldüğü anda. Kerem ve Bennu bizim konuşarak masamıza yaklaştılar. Bennu beni göstererek Kerem'e ünlü şair E.B. ile tanıştın mı diye sordu. Aslında burada Tardu Flordun'un sadece kitaplardan tanıyorum demesi gerekirken, - Körfezli dostumu nasıl tanımam Bennucum - diyiverdi. Ben dahil herkes kalakaldık, bu lafın üstüne bir şey demek zorunluluğu hissettim; çünkü benden bahsediliyordu ve kamera bana dönmüştü. Ağzımdan - sağolsun Kerem ile dostluğumuz eskilere dayanır, asıl siz Bennu Hanım haftasonu talaşa gelecek misiniz - cümleleri çıkıverdi. Allahtan Ceyda Düvenci havada bulunan şaşkınlıktan çabuk kurtuldu da; - şu düğünü atlatalım tabi ki Sakız'ın sokağında olacağım - cevabını verdi.

Bu olayların ardından hemencecik reklam arasına girildi. Alkollu olan Tardu ve ben apar topar setten çıkarıldık. Düğünden ayrılma nedenimiz olarak da Semih Özşener'in Kerem'e gelen telefonu, onu çağırması ve benim de Kocaelili kankası olarak ona eşlik etmiş olmam düşünüldü. Ancak oyuncular ani değişen diyalogları izleyiciye başarıyla aktarmakta zorlandılar. Pastanın gelişi, Şehrazat'ın düşüşü arasında bu sohbet kaynadı gitti. Benim de dizi oyunculuğumun sonu böylece geldi. İşin en kötü tarafını sona bıraktım. T.K. Binbir Gece'nin yayınlanmasından bir gece evvel Avrupa Yakası'nda konuk oyuncu olarak yer aldı. Ben de yaşanan bu rezalet sonucunda aramızdaki rekabete son verme kararı aldım. Belki de artık kendimi tekrar şiirlerime verme vakti gelmiştir.

Videofon

Cem TAŞKARA

Yıl 2021. Ülke Kene Teröründen Sorumlu Devlet bakanlığıyla tanışmış, İ.Melih Gökçek Başbakanlıktan Cumhurbaşkanlığına çıkmış. İstanbul 2028 olimpiyatlarındaki en büyük aday, sanıldığı gibi uçan arabalar falan yok. Deniz taksileri boğazda vızır vızır...

Moda'daki siteleşmenin en güzel örneklerinden Moda Selami Öztürk Evleri'ndeki denizi en güzel gören villamdan çıkıp, Audi A15 zırhlı jipime ata biner gibi atladım.

Hedefim yeni bir videofon alıp, kariyerini Diyarbakır'da mutlu bir yuva eşliğinde sürdüren arkadaşım Emir'le 2k çözünürlüğünde konuşmaktı.

Videofonumu nerden alacağımı çok iyi biliyordum. O zamanın en büyük teknoloji marketler zinciri adayı TTT'nin (The Taskend Tech) sahibi candan arkadaşım Ahmetçim'di.

Kırmızı ışık yanınca hemen telefonuma sarıldım. Ahmet zincirin ilk ve tek şubesi olan Erenköy şubesindeydi.

İşimi en yüksekten hallettirmeyi hep severdim.

Uzun süre çalan telefon sonunda açılmıştı. "70-150 pound arası mousepadler ithal ediyoruz ilgilenir misiniz?" diye sordum. "Ooo Naber babuş?" dedi. "Geliyorum" dedim telefonu kapadım.Gittiğimde Call of Duty 7 oynuyordu. Oyununu kesip, güzel bir karşılama bekledim ama yapmadı. Videofon çeşitlerini anlatırken bana övmeye çalıştığı birbirinden gereksiz özellikleri olan videofonları geçip Sony olanını aldım. Kahve söyledi, oturduk.

TV'nin kumadasına bastığında birbirimize bakıp ultrasonik kahkahalar atmamıza neden olan şey, artık olması gereken Büyük İstanbul Depremi panelindeki konuşmacılardan Kayhan'dı.

Kayhan, Moda'daki muhteşem sitemin mimarı o zamanki İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Selami Öztürk'le tartışıyor, benim de yatırım için bir daire aldığım 2. bir Öztürk projesi olan The Moda Skyscrapers evlerini sert bir dille eleştiriyordu.

Ellerini robotik hareketlerle ileri geri hareket ettirip "Yaptırdığınız yerlerin çökecek olduğunu 3 yaşında çocuk bile biliyor!" diye haykırıyordu. "Yaptırdığınız sitede benim de arkadaşımın evi var, gittim 2-3 kere vurdum duvarlara kesin çöker o binalar" demesi, ünlü yüksek mühendis Kayhan'ın bilim adamı kimliğiyle çelişiyor, kamuoyunda Kayhan'a karşı tepki oluşmasını sağlıyordu.

"Kısa boylu dev başkanla olan problemleri, içindeki zincirleri kıramaması Kayhan'a hep puan kaybettiriyor Ahmetçim" diyip ordan ayrıldım.

Canım eve gitmek istemiyordu. Biraz boğaz havası iyi gelebilirdi. Rotamı Kuzguncuğa çevirdim. Amacım ne zamandır görmediğim İbrahim'i ziyaret etmekti. İbrahim çok saygı duyguğum bir ailenin çocuğuydu. Bu kadar saygın bir ailenin oğlu sırf kızlara şov olsun diye kendini neden yıllarca Moda'da oturuyorum diye tanıtmıştı anlamam. Oysaki o Caferağa'da otururdu eskiden.

Aklımda bu sorularla İbrahim'in evinin önünde park yeri aramaya başladım.

Onu gökte ararken yerde bulmuştum. Midye dolma tezgahının hemen önünde duran ta kendisiydi.

Radikal gazetesinin pazar günleri yayınladığı tv ekinde program eleştirmenliği yapan dostum İbo. Camı açıp kafamı çıkartmamla elleriyle savunmasını yapması arasında 2 saniye bile yoktu. Hala hızlı, hala bekar, hala da herşeye bir anda yetişebiliyordu.

"Alo!" dedim. Bana tokat attı. Sonra cebinden çıkardığı 100 tl'sini avucu içinde sıkarak midye dolmacıya verip arabama bindi. "Olm geldiğin iyi oldu lan şurda bi meyhane keşfettim oraya gidelim çok iyi fava yapıyorlar fava fava fava fava" dedi. Herkesi nerden vuracağını biliyordu. Bukalemun gibi bir adamdı.

Meyhaneden çıktıktan sonra kendimi hemen eve atmıştım.

Videofonumu kurup hemen Emir'in numarasını tuşladım. Canım dostumu görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Telefonu Emir'in ortanca oğlu Sidar açtı. "Naber lan Sidar?" dedim. "İyiyam Cem ağabey sen nasılsan, salak babam içeride çiküfte yoğuriyir" derken arkadan, "Sidar ne biçim konuşuyorsun sen babanla?" diyen Zelal yengem , kucağında Hivda'yla gözüktü. "Naber Cemo bak bu bizim en küçük" dedi.

Yengemle tam konuşmaya başlamıştık ki arkada Emir'i görür gibi oldum. Bana doğru gelmeye çalışıyordu fakat sırtına atlayıp yüzünü tokatlayan büyük oğlu Demhit'in "Cemo abim gelmişşş vay cemo abime bak!" diyerek yaptığı karşılama şovu Emir'i çok zor durumlara düşürüyordu. Demhit beni çok severdi. Ona hep babasıyla ilgili şakalar öğretirdim eksiksiz yapardı.

Sonunda arkadaşımı görebilmiştim, "Kusura bakma Cemocum geliyem ama ellerim çok yağlıdır ha!" diyip gülerken yanlışlıkla zıplayıp telefonun kapatma düğmesine bastı.

Hiç değişmemişti. Hiç değişmeyecekti.

cemt 02.32 on the last day in Cihangir Baskurt Residences

Barf

Ahmet TAŞKENT

Hiçbir zaman gece yaşayan adamlardan olamadım. Sabahın ilk ışıklarıyla yatıp, akşam uyanan insanlardan. Neden bilmiyorum, gün ağarırken uyumama rağmen kalkış saatim 11’i geçmiyor...

Sanırım bir refleks bu. Hayata karşı bir refleks. Hani ergenlik zamanlarında abaza arkadaş grubunuzla aynı evde kalacaksınızdır. Sert bir gece geçer, herkes kıvamdadır. Alkol gırla gitmektedir. Ve gözleriniz kapanmaya başlasa bile uyumamak için direnirsiniz, çünkü bilirsiniz ki o gece, daha bir çok şakaya ve hayvanlığa gebedir. Bu sebeple uyuduğunuz zaman bile benliğiniz ve beyniniz dışardan gelecek herhangi bir hayvan şakasına reaksiyon göstermek ve savunmak adına tetiktedir. Ve en ufak bir çıtırtıya bile uyanırsınız. İşte ben de hayat bana küçük oyunlar ve şakalar yapabilir korkusuyla otomatikman erkenden uyandığımı düşünüyorum. Kendime böyle bir tanı koydum. Aynen doktora gitmeden kendime migren teşhisi koymam gibi.

Yine o gece hava aydınlanırken yatmış, sabah saat 10:30 gibi de kalkmıştım. İnsanlar sabah kalkınca yüzünü yıkar, kahvaltısını hazırlar. Ya da karizmatik bir şekilde hiçbir şey yemedenkahveyle başlar güne. Bilgisayarını açıp maillerine bakanlar da olabilir. Veya gazeteye göz gezdirenler. İnanır mısınız, ben bunların hiçbirsini yapmıyorum. Açıkça söylemek gerekirse, mal gibi yatıp gözlerimi bir yere odaklayıp uzun süre bakıyorum. Ben de isterdim kalkar kalkmaz müzik açayım, kahve için su kaynatayım. Güzel trip olur. Ama olmuyor. Eğer o gün yapacak bir şeyim yoksa, bakışlarımı sabitleyip birisinin duruma müdahele etmesini bekliyorum. Bu bazen bir zil oluyor, bazen de telefon. Dürtülmediğim sürece harekete geçmem.

İşte o sabah ta telefonun acı sesiyle kendime geldim. Arayan 18 senelik kadim dostum Murat Kirkit’ti. “Dinle!” dedi ve gitarının hüzünlü telleriyle baş başa bıraktı beni. Dostumun acı bir tarzı vardı, sanırım kendisini Sezen Aksu, beni de gecenin köründe uyandırıp yeni bestesini dinlettiği Levent Yüksel sanıyordu. Yaklaşık 9 dakika süren gitar solonun ardından heyecanla “Nasıl?” diye sordu. Bu soruya hazır değildim, lakin uyukluyordum, ani bir reflekse ağzımdan “Barf” kelimesi çıktı. “Daha tam hazır değil, bazı eksiklikler var tabi” dedi. ‘Eksikse şarkının tam sürümü 19 dakika mı a.k’ diye geçirdim içimden, “Evet farkettim, üzerinde biraz daha çalışılabilir” dedim dışımdan.

Bir süre müzik, notalarla seks, sipenişgitar, akor, şaft ibne bar konu başlıklı bir şeyler anlattı. Aralara helvacıoğlu flüt, solfej anahtarı çizmenin zorlukları, giray’ın orgu gibi şeyler sıkıştırmaya çalıştım muhabbete girmek için, ama dostum bana mısın demiyor, yaptığı yeni bestenin verdiği coşkuyla anlattıkça anlatıyor, beni dinlemiyordu. En sonunda buna bir dur dedim, “Murat’çım kendime bir kahve koyayım, biliyorsun sabahları bir sade kahve içmeden ayılamıyorum, sonra da buluşalım senle öyle anlat derdini, böyle telefonda olmuyor” dedim. Bu defa da evde şeykırıyla icad ettiği aromalı kahveden bahsetmeye başladı. “Şarjım yalnız bitebilir her an, söyliyeyim” dedim, kaç ölçü süt koyulacağını anlattığı sırada da telefonu suratına kapattım.

Ağırkanlıydı. Jazz aşığıydı. Berbat gitar çalardı.

İyiydi dii mi?

Bu Şekilde Olmaz!

Cem TAŞKARA

Başta kendim olmak üzere hiçbir arkadaşımdan memnun değilim. Bu aciz kitleye en yakışacak en güzel söz belki de en sevdiğim cümlelerden birisi olan 'Bu şekilde olmaz!' olacaktır.

Evet. Bu şekilde olmaz. Neden olmaz? Niçin olmaz?

Anlatayım.

Ben kendimden başlıyorum. Geçen gece annem ve babam'ın Bahariye'deki residancelarına bir ziyaret yaptım. Gece eve 4 gibi geldim. Yatmadan önce facebookumu bir kontrol edeyim derken babam içeri girdi. Bellki benlen konuşmak istemiş, beklemiş beklemiş ve uyumuştu. O gergin adımlarıyla odama girdi. Sandalyeme oturdu sakin bir ses tonuyla 'Benim oğlum hiperaktif' dedi. Kendime zaman ayırmam gerektiğinden bahsetti. Bana 56 dakika süren ve benim hiçbir lafına yanıt veremediğim bir konuşma yaptı. Sonra pencereye yöneldi. Aşağıda belli ki bir çift oturuyordu. Tam gitti uyuyacam derken, bu çiftin yaptıklarını bana anlatmaya başladı. 'Bak bak bak kıza bak oğlanın boynuna dolamış kolunu. Bak bak bak' gibi garipsemelerini dinler olmuştum.

Sonra korktuğum başıma geldi ve bana dönerek 'Kız arkadaşın var mı?' dedi. Bense uyuma numarası yaparak hemen bu sorudan sıyrıldım. Meydandan koşarak kaçmıştım. Ama göreceğim rüyanın peşime düşeceğini nerden bilebilirdim?

Bir cafede yalnız oturmuş önümde laptop kulağımda kulaklık kahvemi yudumluyordum. Reyting şampiyonu ve benimde Color Grading işlemini büyük bir gururla gerçekleştirdiğim dizi Annem 'in başrol oyuncusu Gonca'nın en yakın kız arkadaşı gelip yanıma oturdu. Elini çenesine koymuş kafasını hafif yana eymiş bana gülümsüyordu. 'Merhaba' dedim. Hala gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. Derken uyandım. Ama uyanmak istemiyordum. Hemen uyursam rüyama devam edeceğimi sandım fakat olmadı. Çok üzüldüm.

Bu kadar kötüyüm yani.
Bu şekilde olmamalıydı.

Arkadaşlarımı ele alalım. Çok kötüler. Bana hiçbir faydaları yok. Aloyu değişik bir aksanla söyleyen ve kendi taklidi yapılınca deliren ve topluluğu gülme krizlerine sokan arkadaşım İbrahim... Çok saygın bir aileden gelen İbrahim'in babası Roma mübaşirleri derneğinin başkanlığını bile sürdürse de kendisi çok kötü. Rezil biri. Benle sadece Cihangir'deki palasım için arkadaş olduğunu bile düşünüyorum bazen.

Kayhan.Çok kötü. Rüyasında kırmızı şapkalı cüceler gördüğünü iddaa ediyor. Kızlara şirin gözükmeye çalışıyor. Ne o? Dev bedenimin altında pamuk prenses gibi bir çocuk var mesajını mı vermeye çalışıyor? Peh! Mp3 playırında 'O beni prenses peri sanıyor' şarkısını bulduğumda anlamalıydım.

Ahmet, Emir Budak, Efe gibilereyse artık söylemeye laf kalmadı.

Sonuç olarak; Herkes kendine gelsin. Bu şekilde hakkaten olmaz. Stilimizi değiştireceğimiz gün 1 Hazirandır. Yaza merhaba. Gerekli deklarasyonu grup üyelerine bildireceğim. Radikal kararların alınacağı bu deklarasyon bir manifesto niteliğinde olacaktır.

Saygılarımla.

cemt 00.51 @ Cihangir Blues

Mühürlü Kader

Ahmet TAŞKENT

Cem’e…

Hiçbir zaman şato, plaza, palas, saray, rezidans ve şu an adını sayamadığım bilimum artistik isimlere sahip bir yerde başını yastığa koymayacaksın.

Hiçbir zaman ünlü bir kız arkadaşın olmayacak.

Hiçbir zaman tahtın olmayacak, ibrahim ve emir seni büyük tropik yapraklarla yellemeyecekler, benim elimde de üzüm salkımı olmayacak.

Hiçbir zaman Trabzon şampiyon olmayacak.

Hiçbir zaman elinde mikrofonla o en sevdiğin şarkıyı yüzbinlere söylemeyeceksin.

Hiçbir zaman Kemal Sunal’la tanışamayacaksın.

Hiçbir zaman kont, dük, lord gibi bir unvan eklenmeyecek isminin başına.

Hiçbir zaman onu unutamayacaksın.

Hiçbir zaman Ölü Ozanlar Derneği’ndeki gibi bir arkadaş ortamın olmayacak.

Hiçbir zaman İstanbul’u yenemeyeceksin.

Ne bekliyordun ki?

aamett @ Erenköy Headquarters

Ahmet T. ile That's the İzdivaç

Kayhan KOLCU

Programımıza başlamadan önce adı geçen kişileri belirtme gereği hissettik kendi çapımızda. Yazı başlığı kadar net, program sunucusu Ahmet T., henüz nereye düştüğünün farkında olmayan sülün gibi kızcağız Üç Nokta (ÜN), pek gözde olmayan bekarlar K., E., İ., ve C. Son olarak olaylara farklı bir bakış açısıyla yaklaşacak olan bendeniz (dışses). Kişilerin tamamen uydurma olduğunu söylemeden edemeyeceğiz.

Ahmet T: evet bir izdivaç programına daha hoşgeldiniz. Artık kurallarına ve akışına aşina olduğunuz programımız hakkında lafı fazla uzatmadan bugünkü şanslı kızımız ÜN’ yı çağırıyorum... Evet bize biraz kendinden bahseder misin?

ÜN : ... yaşındayım...okuyorum...severim...boş zamanlarımda... (her neyse)

Ahmet T: Teşekkürler ÜN. İsterseniz şimdi bekarlarımızı tanıyalım. Arkadaşları arasında tam bir fenomen. Maça gitmeyi, uyumayı ve uykusunu getirdiği için kitap okumayı seviyor. Senden başlayalım K.

K : Selam bebek... (evet, bu girişiyle olmayan öz güvenini varmış gibi göstermeye çalışarak, sırf programa katıldığı için kendisine bahşettiğimiz %3 şansını da stüdyonun spotları arasında kaybolmaya mahkum bırakmış bu arkadaşın hayata karşı kayıtsız duruşunu anlamaya çalışmakla vakit kaybetmenin gerekliliğini sorgulamaktan artık vazgeçmiş olduğunuzu ümid ederek eğer cümleye başlarken neden bahsediyordu sorusu eşliğinde paragrafın başına dönmeyi düşünüyorsanız vazgeçiniz, zira kendisinden bu yazı içinde bir daha bahsetmeyi gereksiz görüyoruz.)

Ahmet T: Evet. İstanbul Hukuk Çift. Halısahanın çalışkan ismi, acımasız avukat, armut yemeyi ve türkü çığırmayı seviyor...Seni dinliyoruz E.

E : ... (tam konuşmaya başlayacağı sırada hoparlörlerden yükselen Ankara havasına dayanamayarak kendini ortaya atar E. Program sunucusunun şaşkın bakışları ve seyircinin tempolu alkışları arasında sanatını icra eder. Ön sıralardaki teyzeler de kendisine katılır. Programa etkileyici bir giriş yapmak isteyen E. dansını o meşhur ‘ayağım kaydı o yüzden düştüm. Sünnet çocuğuyum ben, herkes bana baksın’ figürüyle noktalar ve seyirciyi coşturur. Program sunucusu E.’ yi yerden kaldırmak için eğilirken kahkahalarına ara verip ‘ reklamlar’ der.)

Ahmet T: evet. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Edebiyat, sinema, futbol vb. insanlarla tıkanmadan muhabbet edebilmek için ilgi duyulması gereken ne varsa onlara ilgi duyuyor. Arkadaşları çok konuşmasından biraz şikayetçi. Seni dinliyoruz İ.

İ : ‘fendim.

Ahmet T: Seni dinliyoruz dedim.

İ : he tmam neyse. Fimfeztivaline gittm en son. Çok ii film igılvsşark. Ama o neydi öbürü neydi o çok iidiil o neyse olmamış o olmamış. En sevdiğim mekan kaffpi, içcek fındık vodka. Çok ii, çok ii.
Ahmet T: İzin verirsen C. de konuşsun İ. Kolorist, reyting avcısı. Kendi evinin efendisi, arkadaşları müsrifliğinden şikayetçiler, bazı yanlış kararları var. Son olarak sıra sende C.

C : He.(sigarasının dumanını hafif sahtelikle yukarı doğru üfler ama hafif sahte.) Beni neden sona koydunuz ya (cevap alamaz. Herkes trip yaptğının farkındadır. ÜN belli ki hoşuna gitmiştir. Bir de ‘r’ leri yuvarlamaya başlarsa tamam.) Neydi bu prooramın adı ya. (aha!...) Neyse. Padişahım ben ama evde canım çok sıkılıyoo aslında ama belli etmiyorum, süperim. Yo! (kendini şaşmıştır. Bu kadarını ben de beklemiyordum.)

Ahmet T: reklamlardan sonra ÜN’ nın ilk anda elektrik alamayıp, (yani!) elediği aday hariç burada olacağız. Bir yere ayrılmayın...

Ahmet T: Evet ÜN ‘neden’ diye sormayıp senin adaylara soracağın ilk soruya geçiyoruz hemen.

ÜN : ee...evet. kız arkadaşınızı ilk buluşmada nereye götürürsünüz. E.’ den başlayalım.

E : Sevgilimi şık bir lokantada akşam yemeğine çıkarır (aylık maaşını hatırlatmak istemiyorum), sonrasında bir yerlerde bir kahve içmeye götürürüm. Kendisine zuzu diye hitap ederim... (tamam yavaş)

İ : Bu ne be. Ne şık lokantası. Çıkarım abi ben giderim o tüneldeki yere. Çıkışında da Araf çok ii mekan çok ii çalıyo çok ii.

E : İşte sen bu kadar iğrenç bi adamsın ancak gideceğin yer orası senin.
(buradaki karşılıklı atışmalar kızımız ÜN’ nın hoşuna gitmiştir içten içe. Sempatik çocuklar.)

C : Ben kızımı Moda’ ya çay içmeye götürürüm. Onu daha yakından tanımaya çalışırım. Çayı ben ısmarlarım. Ben varken kimse hesap ödeyemez. (tam bir aşk adamı.)

ÜN : evet. Bu hoş cevaplardan sonra ikinci soruma geçiyorum. Kendinizi üç kelimeyle anlatın lütfen. Sırayı bozmayalım evet E.

E : Karizmatik (!), anlayışlı (?), sahiplenen ( hahahha, kusura bakmayınız tutamadım kendimi)

İ : ... (bu sırada E. Söze karışır.)

E : alo. alo. alo. (ah nedir bu öne çıkma çabası)

İ : girzekalı. (İ. Bu noktada dayanamaz. E' nin kavalına tatlı bir tekme atar. E' nin gözleri şaşkınlıkla büyür ve kaçmaya başlar. Stüdyonun dışına doğru koşarlar. Stüdyodaki ve ekranları başındaki seyircilerden kalp krizi geçirdiğini sananlar olur.)

C : heh ne komik çocuklar. Adın neydi bu arada senin ya. ( ulan hep aynı numara!)

( ÜN’ nın yüzünde hafif bir gülümseme belirir. Bu sırada süper ikili kol kola stüdyoya döner ama artık çok geçtir.)

Ahmet T: Hadi bakalım kar tanesi. İhale sana kaldı. (becerebilirsen... Tom Waits’ den “hows it gonna end” çalmaya başlar. Çok karizmatik bir bitiriş.)

Mahsun Kırmızıgül Film Çekerse Ben de Albüm Çıkarırım

İbrahim BAŞARIR

Cem'e internetimi bağlattıktan sonra o akşam güzel bir uyku çekmiştim fakat ertesi gün yaşayacağım şoku bilmiyordum. Ertesi sabah kalktım, her zamanki gibi mükellef kahvaltı soframa oturdum ve gazeteleri okumaya başladım; sofradaki huzurum okuduğum habere kadar sürdü. Tuna Kiremitçi'nin albüm çıkardığını görünce bütün tadım kaçtı. Artık bu adam çok oluyordu, birisinin buna haddini bildirmesi gerekiyordu, ahtapot gibiydi, her yerden karşıma çıkmayı başarıyordu. Benimse bu harekete en yakın zamanda bir cevap vermem gerekiyordu.

Ben de yakın hısmım İbrahim Tatlıses'e sığındım, ondan bana kucak açmasını, çıkaracağım türkü albümüme yapımcı olarak destek olmasını rica ettim. Planlarımızı ve yapacaklarımızı ertesi haftasonu Musa Ocakbaşı'nda konuşmak üzere sözleştik. İşte sonunda hep hayalini kurduğum şey gerçekleşmeye başlamıştı; aslında bu yüzden Tuna Kiremitçi'ye teşekkür bile etmeliydim. Hep aklımda olan ama hayata dökmek için girişimde bulunmadığım albüm fikrinin canlanmasına bu hasmım yardımcı olmuştu aslında. İbo'yu aradıktan sonra albümde söyleyeceğim türküleri kafamda şekillendirmeye başladım. Öncelikle aile eşrafının Diyarbakır yöresinden sevdikleri türklüleri toparladım çünkü köklerim oraya aitti ve bu durumumu albüme yansıtmalıydım.

Yaşar Kemal denince akla nasıl Adana geliyorsa, E.B denilince de Diyarbakır hatırlanmalıydı. Diyarbakır ekseninde ama yörenin diğer kentlerini de hatırlayarak bir repertuvar oluşturmaya başladım. Cumartesi günü belirlediğmiz saatte ocakbaşında buluştuk İbo'yla. Çöp şişlerimizi söyledik, rakımızı koyduk ve imzalarımızı dağıttıktan sonra (İbo'ya ilgi benden fazlaydı, bu durum beni biraz rahatsız etti ama yansıtmamaya çalıştım) buluşmamıza neden olan konuya geldik. Seçtiğim parçaları ona sundum, gece boyunca yiyerek ve içerek albümde bulunacak parçaları konuştuk. Ertesi hafta stüdyoya girmek için sözleştik ve mekandan ayrıldık.

Eve geldiğimde çok mutluydum, T.'ye (tekrar uzun uzun o şahsın adını bu yazıya yazmayı tercih etmiyorum) bir ders vermeye çok yakındım; artık E.B ile yarışmanın ne demek olduğunu o adama öğretecektim.

Stüdyoya sonunda girdim, kafama o hep magazin programlarında gördüğüm kulaklığı geçirdim ve türkülerimi çığırmaya başladım. Şive yapmam gerektiğinden albüme girmeden önce 1 haftalık bir Diyarbakır seyahati gerçekleştirmiştim ve bunun yararını çokça gördüm. Bu konuda en büyük destekçim olan İbo da sanki kırk yıldan beri Diyarbakır'da kalıyormuşçasına türküleri söylediğimi belirtince iyice zevkten dört köşe olmaya başlamıştım. İyice havaya girmeye başlamıştım, ileride Türkiye'yi Eurovision'da temsil günlerin hayalini kurmaya başlamıştım. Belki biraz abartmış olabilirm ama konu T. olunca ondan hep bir adım önde olmalıydım.

Sonunda o gün geldi çattı ve albüm piyasaya sürüldü. Diyarbakır surlarında çekilen bir kliple de albümü taçlandırdım. İşte şimdi T. hasetinden çatlayabilirdi. Başarı grafiğim çok iyiydi, desteğini aldığım İbo'yla birlikte cidden çok güzel bir iş kotarmıştık. O sene Kral TV Müzik ödüllerinde hem en iyi çıkış yapan sanatçı, hem de en iyi türkücü dallarında aday oldum ve iki ödülü de kazandım. Albümden elde edilen geliri Diyarbakır'da okul yapımına bağışlayarak iyice gönüllere taht kurdum.

Şimdi ikinci adımın atılma vaktiydi. Şiir kasedi...

Kontrol

Ahmet TAŞKENT

Hayatım 3 şeye endekslenmiş durumda. Uyku ve yemek. “2 şey saydın!” diye atlayacaksınız hemen, biliyorum. Terbiyesizleşmek istemiyorum.

Telefonları açmıyorum. Sebebi gayet basit; “Başıma bir iş açılabilir.” Eğer telefona bakmamı istiyorsanız, sizle hiçbir sorunum olmadığına ve herhangi bir aksiyon girişiminde bulunmayacağınıza dair kendinizden emin olmalısınız. Benden çok bir şey beklememelisiniz, 4 dakikalık konuşmamızda toplam 4 kelime edebilirim. Sahte gülüşlerle bezerim konuşmayı, farkına bile varamazsınız. Zaten beni aralarda “Sahte gülme lan!” diye uyaranlar gerçek ve beni tanıyan dostlarımdır. Bu 4 dk.’da 4 kelime kuralını ancak E.E bozabilir. Ona istediğini veririm, çünkü bilirim ki kısa cevaplarım tatmin etmez arkadaşımı. Duymak istediği şeyleri söylemekten çekinmem, nabza göre şerbet veririm, veririm ha veririm, veririm canlar veririm.

Kontrolün bende olmasını severim. İsterim ki hep benim istediğim olsun. Gideceğimiz yeri ben belirlemek isterim, ne yemek yiyeceğimizi de bana sorsunlar. Kayhan’ın ne giyeceğine benim karar vermek istediğim zamanlar da oldu. Ama bunu insanları rahatsız etmeden yapabildiğime inanıyorum. İnanıyordum. Son dönemde Cem bu yanımı biraz çözdü, huzursuzum. Espiriyle geçiştiriyorum, aslında öyle değilmiş gibi davranıyorum, gülüyorum. Cem “Sahte gülme lan!” dediği anda federasyon başkanı, karar mekanizması konumum yerle bir olabilir. Sıkıntılı günler.

Ben de isterdim kontrolü başkasına bırakayım, bana desinler şöyle yapıyoruz, ben de yapayım. Ama dostlar şunu bilmenizi isterim ki, bu konuda acı tecrübelere sahibiyim. Eskiden öyle bir insandım. Size hangi birini anlatayım? Kendimi kaç defa Bostancı lunaparkında kum torbasına yumruk atarken bulduğumu anlatmamı ister misiniz mesela? Giray ağzını büzük yaparak torbaya yumruk atarken sıranın kendisine gelmesini bekleyen çocuk olmam sizi mutlu eder mi? Herkes attığı yumrukla 4000-5000 skor yaparken, şu an ismini vermek istemediğim arkadaşımın “Şimdi ben bir vuruyormuşum 1000 yapıyormuşum” diyip kahkahalarla güldükten sonra yumruk atıp skor tabelasında 732’yi bulması kadar hüzünlü ve acılı günlerdi benim adıma. Kahretsin. Ne yapacağına Küçükyalı kaplanlarının karar vermesini beklersen sonuçlarına da katlanırsın. Bile bile lades.

Üniversite yıllarında ise ‘işini bilir’ sıfatıyla adını dimağıma kazımış olan kadim dostum Erkan’a emanet etmiştim kendimi. “Ne yaparsak hayattan daha çok verim alabiliriz?” sorusunun cevabıdır Erkan. Zaman zaman sayısı çift hanelere ulaşan abaza erkek grubunu bir araya toplayıp, ‘nasıl kıvılcım çıkmadan birkaç saat geçirilebilir?’ sorunsalının çözümüdür. Dedim ki bunun başı hiçbir zaman derde girmez, nasılsa her zaman işini bilir, bırakayım kararları o versin, ben de rahat ederim. Ama çok geçmeden anladım ki, hataların en büyüğüymüş bu… Hani vardır ya, profesör bir şey icat eder, ardından o tarihi “Kötü insanların eline geçerse, canavara dönüşür bu.” cümlesini sarfeder. İşte ben bunun ilk ağızdan direk Erkan için söylendiğini düşünüyorum. Kararı Erkan’a bıraktım, kendimi bir anda kalorifer tarafında yatıp, gece kan ter içinde uyanırken buldum. Dönüp sağıma baktığımda ise yastığını puf yapmış, melekler gibi uyuyan Erkan’ı. Kararı Erkan’a bıraktım, kendimi buz gibi havada üzerimde sadece bir tişörtle Caddebostan sahilde içerken buldum. Yanıbaşımda ise uzunkollu ve kapşonluyu üzerine geçirmiş çekirdek çitleyen Erkan’ı. Kararı Erkan’a bıraktım, kendimi gençliğimin en güzel yıllarında kahve köşelerinde king basarken buldum. Hayır Nejat’ın kafasına kafasına çaktım rıfkıları, erkekleri, orası ayrı. Nejat için sorun olmadı gerçi, erkek sever o.

Baktım kendimi kotaramıyorum, ben de Erkan’ın kararlarının esiri olmaya karar verdim. Yaklaşık 5 aydır askerde, o yüzden kararları şimdilik ben veriyorum. Gelsin, kararlarıyla beni hapsedecek yine.

Bu şekilde geçen seneler beni daha da sertleştirdi, her şeyi 2 defa düşünmeye başladım, öküz altında buzağı aramalar bu senelerin ardından başladı. Paranoyaklaştım. Erkan sayesinde öğrendiğim bir, iki numarayı diğer arkadaşların üzerinde deneme şansım oldu, ki Efe bunu iyi bilir. Bu köşe aracılığıyla seneler önce yaptığım şerefsizlik için özür diliyorum. Ayrıca Kamil’in suratına çarptığım su fahiş bir hataydı. Erkan’ın ruhuydu o hareketleri yapan size, ben değil. Kusura bakma Efe. Kusura bakma Kamil. Ya da bak Kamil ne yapayım. Ben zaten bitmişim.
İşinize gelirse.

Kendime Koydum Yayın Yasağını / I Banned Myself

Cem TAŞKARA

Bu ayki yazımı yazdım fakat. Saten Dergi yazarlarından korktuğum için yayınlamama kararı aldım.

Siz değerli okuyucularıma ise birkaç gün sonra 'İbrahim Başarır'ı Anlamak' adlı yazımla sesleneceğim.

Cidden yasaklamam lazımdı çünkü yazıyı okuduktan sonra Gerzek Ahmet Taşkent'in kendi odasının içinde omuzlarını yukarı kaldırıp hazırolda bir sağa bir sola sallanarak yürüyüp, gülmesini istemiyorum.

Aklıma sürekli, klasik Amerikan Filmlerinde Dünya'ya uzaylılar falan saldırdığında kameranın hemen Avusturalya'daki Aborjinleri, Mısır Piramitleri'nin önünde konuşlanan ellerinde değnek Arap çocuklarını, Japonya'daki çekik gözlü insanların havaya bakmalarını çekmesi gibi 'Erenköy', 'Kozyatağı', 'Maltepe' ve 'Moda' manzaraları geliyor. Çok kötü arkadaşlar edinmişim.

Yazının sadece, yazıya verilebilecek yazar tepkilerini betimlediğim son kısmını yayınlıyorum.

''Gerizekalı Emir sırıtma ekrana doğru pişmiş kelle gibi. Aptal Kayhan geriye doğru kaykılıp o rahat sandalyenden hafifçe gülme. Lan Ahmet ellerini göğsüne götürüp sıvazlama ulan. İbrahim daha yukarıdan bak lan bilgisayarına.

Öldürürüm ulan hepinizi. Oldu işte yapacak bişey yok...

Saygılarımla.

03.26 @ Cihangir Blues''

Yav Ellerim Yağlıdır Hoşgelmişsen, Niye, Niye Fındık Votka, Fındık Votka...

Emir BUDAK

Renksel Müdür Cem dostumun padişahlığını ilan etmesi 2007 yılının aralık ayına denk geliyordu. Hoş ezelden beri kendisi, tüm vaktini tahtında geçirdiğini söylemekteydi. Ancak padişahlık dediysem öyle gözünüzde büyütmeyin. Cem üstad cuma gecelerinin padişahıydı. Cihangir'de kurduğu beyliğin sınırlarını genişleterek ancak asmalımescit, şehbender sokak, tünel mevkiine kadar uzanmış, silah arkadaşları Kyn Klc ve F Ky nin desteği ile imparatorluğu kurmuştu. Her Cuma gecesi onlar için ayrı bir maceraydı. Zaman zaman bendenizde bu gecelere iştirak ediyordum.

İşte benim de iştirak ettiğim gecelerden birinde ete ve kana susadığımızı fark edip, susuzluğumuzu bir Bizans kahpesi edasıyla giderme pahasına Musa Usta'ya gitmiştik. Hancı bize et getir dedikten 10 dakika içinde kendimi magenta kravatımı gevşetmiş, beyaz gömleğimin kollarını sıvamış, şişteki etleri ince lavaş yardımı ile sıyırırken bulmuştum. Tam o sırada iki bayan arkadaşımız masamızda peydah olmuşlardı. Yağlı ellerimi silip bayanlara merhaba mı demeliydim yoksa, etleri şişten sıyırmaya devam mı etmeliydim. İşte bu inatlaşmada sanırım etler galip gelmiş olacak ki, bir anlık coşkuyla “Yav zeynepcim hoş gelmişsen vallahi ellerim yağlıdır ha” nidası ağzımdan çıkıverdi. 3-5 saniyelik sessizlik yerini dozajı yüksek kahkahaya bırakmıştı. Evet ortam böylesine şiveli konuşmaya müsait olunca, bir coşku anı yaşayıp gırtlağımda HIHI sesleri çıkarak konuşuyordum. Üstelik o yörenin kanını taşıyordum ya da kendimce bu tarz bahanelerim vardı.

Öte yandan çocukluğunu Korhan Abay’ı seyredip onun hızlı konuşmasına öykünerek geçirmesinden mi nedir bilinmez, bir başka üstad İbrahim Bey en az benim kadar ortama malzeme oluyordu. Kanımca kendisini pek tanımayanlara yaptığı küçük şovların şımarmasında etkisi pekala vardı. İşte İbrahim Bey'in de coşku anları olmaktaydı. Heyecanlanıp bir kere söylese anlayacağımız meramlarını müteaddit defalar ifade ediyordu. Bu garipliği için ne tarz bahaneleri vardı. Bilemiyoruz.

Olsun üstad olsun ne bahanen varsa olsun... Sen “Niye” 'leri peş peşe sıralamaya devam et ben ise "Valeley" konuşmalarıma devam edeyim. Ya da ne bileyim yav ellerim yağlanmışdır hxha vallahi kusura bakmayasınız.

Gaasaray

Ahmet TAŞKENT

Yavaş yavaş bilincim yerine gelmeye başlamıştı o zamanlar. Sanırım. En azından şu an o günleri hayal meyal da olsa hatırlayabildiğime göre kafam yerindeydi herhalde.

Yaşım 5'ti sanırım. Ya da 6. O yaştaki her çocuk gibi ben de babama hayrandım. Onun yaptığı her hareketi dikkatlice izleyerek, onun gibi davranma çabalarının baş gösterdiği zamanlardı. Bir gün yine mal gibi otururken, artık hangi takımı tutacağıma karar vermemi salık verdi. "Sen hangi takımlısın?" diye sordum, "Gaasaray" dedi. "O zaman ben de Gaasaray" dedim heyecanla.

O zamanlar ışıklandırma teknolojisi henüz stadlara gelmediğinden gündüz maçları oynanırdı. Kapalıya giderdik babamla. Yeni açık tribüne güneş çarpardı. Sarı-kırmızı bayrak ve kaşkollar tribüne yanıyormuş görüntüsü verirdi. Ateş yükseliyor gibi. Hep imrenerek bakardım o tribündeki insanlara, orada, yeni açıkta olmayı isterdim. Aradan 10 sene geçip te yeni açıkta seyrettiğim onlarca maçın ardından bunun çok büyük bir hata olduğunu anlamıştım. O senelerde kapalıya değil de açık tribüne götürseymiş babam beni, bu defa da kapalıda olmak isteyecektim büyük bir ihtimalle. Bilirsiniz, insan elinde olmayanı ister hep. Şımarıklık.

Papaz Erhan, Mami, Kaptan Cüneyt, Sarı Semih-İsmail ikilisi(İsmail'in kaşları da sarıydı), Prekazi, Uğur, Büyük-Küçük Savaş'lar(B.Savaş'ın kafası çok büyüktü), Metin Yıldız, genç haliyle bıyıklı Bülent Korkmaz, Simoviç(Gol Show), karaktersiz Tanju... Çocukluğuma, ilkokul yıllarıma damgalarını vurdular. Posterlerini astırdılar odama, elimde bayrakla koşturdular evin içinde, bağırttılar, aynı takımı tutan ablamın bile benim bu tiksindirici hareketlerimden sonra Gaasaray'dan soğuyup fenerli olmasında önemli rol oynadılar.

İlk, sapsarı, arkasında 'Kubilay Türkyılmaz' yazan formamı almama vesile oldular. Hepsi teker teker ayrılırken ya da futbola veda ederken, arkalarında Falco'yu, ayıboğan Stumpf'u, lüle saçlı Gütschow'u miras bıraktılar. Üstad İbrahim Başarır'ın idollerinden genç Tugay, Sakarya'lı körpe Hakan Şükür, rüzgarın oğlu Marsh'ın da katkılarıyla rüya gibi geçen 2 sene daha...

Ama biliyorsunuz dostlarım, hayat insana hep güzel oyunlar oynamıyor. Sarı Ufuk'lu, Adrian Knup'lu, Mapeza'lı lanet senelere katlanabilmek hiç de kolay olmadı.

Hele o Hayrettin yok mu? Ah Hayrettin ah... Simovic'in ayrılmasının ardından geçirdiği iki sezona kimsenin lafı yoktur. Ancak ondan sonra geçen 3 senelik kabir azabını anlatmaya kelimeler yetmez. Hangi birini anlatayım? Rıdvan'ı gereksiz yere dövüp 10 saniye kadar sonra sarılıp kendisinden özür dilemesini mi? Eşşek Saffet'in çektiği auta giden topunu kurtarıcam diye bi gazla atlayıp içeri almasını mı? Ya da Gençlerbirliği'yle kupada oynanan ve penaltılara kalan maçta atılan 18 penaltıyı da yiyip maçtan sonra peltek ağzıyla "Valla arkadaşlarla çok uğrastık ama olmadı, bazen bunlar kısfmet işi işte" demesini mi? Bu konuda en doğru sözü P.S.G maçı esnasında Ercan Taner söylemişti; "Hayrettin yapma!". Bir şey eklemeye gerek görmüyorum.
Bu sıkıntılı zamanların ardından 96-00 yılları arası geldi. Bu yıllar hakkında bir şey yazmak istemiyorum. Ne yazarsam yazayım eksik kalır çünkü. Bu yıllar bambaşka bir yazının konusudur. Anlatmaya kelimeler yetmez. Şimdilik burda kesmek en hayırlısı sanırım.

Aradan uzun yıllar geçecek, yaşlanacağım. Yönetimler, futbolcular, teknik kadrolar değişecek.

Ama ben, boynumda sarı-kırmızı kaşkolum, yine bağıracağım 'Gaasaray!' diye...

Gelmiş Geçmiş En İyi Şair E.B. Diyenler

İbrahim BAŞARIR

Her şey Tuna Kiremitçi'nin de facebook'ta olduğunu öğrenmemle başladı. 21. yüzyıl Türk şiiri denince akla gelen ilk iki isimdik ve aramızda tarifi imkansız bir rekabet söz konusuydu ve ben entellektüel, teknolojik karşıtı, nostaljik insan imajı çizmeye çalışırken o magazin basınını süslüyor, televizyon erkranlarından ayrılmıyordu, yaşadığı sürüsüne bereket aşk ise cabası ki; ben burada yalnızlık içinde bu acılı şiirlerimi kağıda aktarırken, o bir gönülden diğerine konarken kadınları en iyi anlayan şair yaftasına sahip oluyordu.

Hakkımda facebook denen zımbırtıda "E.B. Hayranları", "Gelmiş Geçmiş en iyi şair E.B.diyenler", "E.B. Tuna Kiremitçi'ye on basar" grupları açılmışken ben içine kapanıklığın ve daha önce çizmiş olduğum vizyon nedeniyle bu camiadan uzak kalmaya çalışırken, Tuna Kiremitçi'nin bu adını tekrar anmak istemediğim zımbırtıda hesabı olmakta, tüm genç kız hayranlarına buradan da seslenme, iletişim kurma imkanı bulunmakta.

Ben de bu noktada artık bu inatçılığa son verip, malum şahıstan da geri kalmamak amacıyla bir diz üstü bilgisayar alıp internete bağlanarak çağı yakalamaya karar verdim. Böylece remington marka daktilomla yazı yazmaya bir süre ara verebilir, yanımda taşıdığım bilgisayar sayesinde ister Firuzağa kahvesinde, ister Bağdat Caddesi'nde Kirpi'de yazılarımı dilediğim anda yazabilirdim. Ancak bu konuda tam bir kara cahildim, tek bildiğim şey power düğmesine basmaktı, bu nedenle bir yol göstericisine ihtiyacım vardı. Bu insan da ortaokul ve lisede çok şey paylaştığım Çağdaş Türk Sineması'nın gelişiminde büyük emeği olan ünlü kolorist Cem Taşkara idi. Ancak uzun zamandan beri görüşmüyorduk ve kendisini aramaya çekiniyordum fakat başka çıkar yol da gözükmüyordu.

Sonunda cesaret edip aradım, o sırada Cem Karfurdaydı ve yeni çıktığı evine televizyon bakmaktaydı; bundan güzel fırsat olamazdı. Yıllardır ehliyeti olmayan eski dostumun hala arabasız olacağını bildiğimden kendisiyle orada buluşmayı ve televizyonunu arabamla yeni evine bırakmayı teklif ettim. Vereceği taksi parası cebine kar kalacak olan kıymetli dostum bu teklifi düşünmeden kabul etti ancak benim sinsi planımdan habersizdi. Hemen arabaya atlayarak Karfurun yolunu tuttum, Cem'in yanında bir diğer eski dostlardan Kayhan Kolcu ve Ahmet Taşkent ile karşılaştım. Bu kadar fazla insan olması biraz canımı sıkmadı değil; çünkü planımda önce Cem'i bize götürüp bilgisayarımın internet ayarlarını yaptırmak, ardından da televizyonunu evine götürmek vardı. Ancak yanında bu iki insan olduğu müddetçe her an bir aksilik çıkma ihtimali çok yüksekti. Bu nedenle çok dikkatli hareket etmeli, hiç bir şüpheye yer vermeden konuşmalı ve çıkarcılık dolu planımı yansıtmamalıydım.

Sintio marka televizyon alındıktan sonra üçünü önce bizim eve gitmeyi ve annemin yaptığı leziz içli köfteleri yuvarlamayı teklif ettim. Belki de dayanamayacakları yegane şey buydu ve aklıma başka hiç bir bahane gelmiyordu onları çağırabilmek için. Yalnız ufak bir sorunumuz vardı, evde çiğ köfte yoktu. Kaşla göz arasında Komagene'den telefonla içli köfte söylemem ve aynı gizlilikle kapı çaldığında alıp mutfağa götürmem gerekiyordu. Direksiyon başında eve yollanırken aklımdan hep bunlar geçmekteydi, zorlu bir akşam beni bekliyordu. Bir yandan da Cem'e sonunda bir diz üstü bilgisayar aldığımı ancak bir türlü internete giremediğimi anlatıyordum, kırk yıllık dostum tabiki bu sorunun hiç önemli olmadığını 10 dakikada halledebileceğini söyledi. İşte planım tıkır tıkır işliyordu, önümdeki tek engel evdeki zorlu parkurdu. Eve vardığımızda hemen dostlarıma birer bira çıkardım ve Cem'in kucağına bilgisayarı yerleştirdim ve -siz bu işle oyalanırken ben bir sıçayım sonra da içli köftleri ısıtayım- diyerek tuvaletin yolunu tuttum. Tuvalette gizlice cep telefonundan içli köfteciyi aradım ve siparişi verdim, 5 dakika içinde elemanın geleceği cevabını alınca sıçmış kadar rahatladım. İki- üç dakika sonra çıkıp mutfağa gittim ve içli köftenin yanına yenilcek salata hazırlamaya başladım ama bir yandan da kulağım kapıdaydı, hızlı davranarak kimseye izin vermeden kapıya yönelmeli ve gizlice aldığım içli köfteleri mutfağa geri götürmeliydim. İki dakika geçti geçmedi kapı çalındı, içeriye - ben bakıyorum - diyerek kapıya seyirttim. Gelen çocuğa sağ avucumda hazırlamıs olduğum parayı vererek paketi kapıp mutfağa hızlıca geri döndüm, içeriyede şüphe çekmemek amacıyla gelen kapıcıymış diyerek bağırdım.

Sofrayı hazırladıktan sonra salona döndüm; biralar içiliyor, sohbet ediliyor, bir yandan da Cem bilgisayarla ilgileniyordu. İş bittikten sonra mutfakta içli köfteleri ve hazırladığım salatayı yemeyi teklif ettim. Neyse ki fazla uzun sürmeden kadim dostum bilgisayar konusundaki hünerini konuşturarak beni dünyaya bağladı, deneme amacıyla ilk olarak google'a girdik ve Emir Budak yazdık, çıkan sonuçları içli köfte yedikten sonra okumaya karar verdik. Masaya oturduk ve köfteleri yemeye başladık ama insanlarda bir hoşnutsuzluk hasıl oldu. Köfteler lezzetsiz değillerdi fakat annemin köftelerini bilen bu 3 kişi için farkı ayırt etmek hiç zor olmadı. Ben de bulgurun her zamanki bulgur olmadığını, belki de tat farkının bu yüzden gerçekleştiği argümanını ortaya attım alnımdan terler şapır şapır dökülürken. Destekli yazışım itibar gördü ve bizimkiler tekrar tabaklarına gömüldüler. İşte her şey sorunsuz gidiyor diyerek avuçlarımı sıvazlarken, yazın ortasında nezle olabilmeyi başarmış olan Ahmet Taşkent burnunu sildiği selpağı atmak amacıyla çöp kutusuna yöneldi ve boş Komagene kutularını gördü. Kusursuz işleyen planımda tek bir hata yapmıştım ve bu benim sonumu getirdi.

Dostlarım bir hışımla masadan kalkıp evi terk ettiler, bir yandan da kendilerini kullandığım için bana sövmekten de geri durmadılar. Arabanın bagajında duran televizyon ise unutulmuştu, ertesi gün muhakkak Cem beni geri arıcaktı ve ben de belki bundan istifade onun gönlünü alabilecektim; ancak o anda ilk işim bir facebook hesabı açtırıp Tuna Kiremitçi'ye meydan okumaktı.

Dürüstlük Akımı - Episode 3 - Yaş 25 / In the Year 2008, At the Age Of Twenty-Five

Cem TAŞKARA

Kendimi yaşlı hissediyorum.

Roxy'ye gitmektense, Cumhuriyet Meyhanesine gitmeyi, Justin Timberlake dinlemektense, Özdemir Erdoğan dinlemeyi, 'Let The Music On' diye bağırmaktansa, 'Gah Çıkarım Gök yüzüne seyrederim alemi , gah inerim yer yüzüne seyreder alem beni' diye haykırmayı tercih ediyorum.

Gürültülü barlarda sıkıntıdan sıkıntıya koşuyorum. Kafe Kemal'de aldığım bir nefes sıhhati hiçbir şeye değişemeyeceğime inanıyorum.

Tanımadığım insanlarla dipdibe oturmayı sevmiyorum.

Yeni insanlarla tanışmayı da.

Eski dostlar dinleyip tek başıma oturup eski fotoğraflara bakıp uyuduktan sonra cuma günleri, cumartesi günleri kadim dostlarımla birer ikişer tek atmaktan çok hoşlanıyorum.

Az samimi olduğum insanlarla sahte muhabbetlerin bir an önce bitmesi için can atıyorum.

Kız arkadaşımı insanların arasında hayatta öpmem.

Sarhoş olmak istiyorum hep. Ama olunca Allah'a (c.c) dualar ediyorum, tövbeler havada uçuşuyor.

Komik duruma düşmeyi seviyorum mesela eğer sınırını kendim çizebilirsem.

İbrahim'i aşağılayıp emirler yağdırmaktan büyük haz duyuyorum. Hele yağdırdığım emirlerden birini ikisini yaptı mı coşum anları yaşıyorum üst üste.

İnsanları Emir'e karşı kışkırtıp , onla dalga geçmelerini sağlayabilirsem benden mutlusu yok.

Ahmet gerizekalısının yapmak istediği şeylere muhalefet edip, kendi istediğimi yaptırmak aşkların en güzeli.

Kayhanla, Efe'ye bütün paralarını içkiye yatırmaları için baskı yapmayı seviyorum.

Peyote'ye girememeyi seviyorum.

Eski Türk Filmleri'ni çok seviyorum , şarkılarını da. Gramafon almayı bile düşündüm. Alacağım da.

Yabancı film ya da yabancı dizi seyrettikten sonra kafamın içinde İngilizce cümleler kurup kendimi izlediğim filmin bir karakteri yerine koyup bir süre öyle davranmayı seviyorum.(ör. Kingdom of Heaven , Salahattin)

Taksicilerle muhabbet etmeyi seviyorum mesela. (ör. Abi pirinç zammına ne diyorsun gibi..)

Gece yolculuğu yapmayı seviyorum. Şehrin sarı ışıklarına bakınca, kendimi bir bok zannediyorum. Aynı şey yüksek bir yerden şehre bakınca da oluyor. Kendimi her tarafı işlemeli şaşalı bir tahtta görüyorum. Çok ciddi.

Sonuç olarak geceleri, gündüzlerden daha çok seviyorum.

Yaşlıyım ben.

Sizlere ismini vermek istemediğim bir yeşilçam filminden bir sahneyle veda etmek istiyorum.

Tarık Akan : T.A
Esas Kız : K

T.A : Girebilir miyim?

T.A : Özür dilerim. O geceden beri hiç görmedim seni. Çünkü haklıydın. Hep tuttum kendimi sana karşı. Çok kısa bi şey sorucam sende öyle cevap ver olur mu ?

K : Peki.

Müzik: İlhan İrem'den Boşver Arkadaş şarkısı girer...

K: Bekliyorum. Sor!

T.A : Sana olan en gerçek duygumu dinlemek ister misin?

K: Evet. İsterim.

T.A : Seni çok seviyorum. İnan bana. İster misin sevgimi?

K: İsterim bütün kalbimle.

T.A : Bilirim çok şey istersin sen!

K: Anlayamadım?

T.A : Mesela beni istersin. Zengin bi koca istersin. Para istersin. Kocana ihanet etmek istersin.

T.A : Ama aslında bir tek şey istiyorsun sen. Şimdi onu veriyorum sana;
Şakkkk(kıza tokat atar)

05.18 @ Cihangir Blues

Vasatın Altı

Ahmet TAŞKENT

O gün nereye gidiyordum hatırlamıyorum. Ya Küçükyalı’ya ustaların başında durmaya, ya da Bostancı Köprüsü’nün ordaki vergi dairesinedir. Veya fatura yatırmaya olabilir. Nüfus müdürlüğünde ya da noterde de işim olabilir tabi. Çok pis ofisboy işleri yaparım. Bu konulara hakimim, rakip tanımıyorum. Hayat şartları beni bu hale getirdi, lanet olsun.

Neyse konudan uzaklaşmayalım, büyük kare şeklindeki kaldırım taşlarının çizgilerine basmamaya çalışarak geniş ve fuleli adımlarla ilerliyordum yolumda. Hayatın anlamsızlığı, içine düştüğüm koca kara delik veya yaşamımdaki iniş-çıkışlar gibi artistik düşüncelere dalmak isterdim ama durumum ve konumum buna el vermiyordu. Sorarım size vergi dairesine giderken ne kadar trip olabilirsiniz? Tabi ki de içimden ‘öğle tatilinden sonraya uzar mı acaba iş’ diye geçiriyordum.

Bir ara kafamı kaldırdım uzaktan gelen kadim dostumu gördüm. Yanında vasatın altı güzellikte, esmer bir kız vardı. Kız şuh kahkahalar atıyordu, çok şaşırmadım. Dostum kızlara nasıl davranılacağını iyi bilir. Sırıtarak onlara doğru yürümeye başladım. Dostum kafasını kaldırdı göz göze geldik. Hemen gözlerini kaçırdı. Anlam veremeden ona doğru yöneldim sarılmak için, kıvrak bir hareketle yanımdan sıyrıldı, yürümeye devam ettiler. Donakaldım. Döndüm arkalarından baktım, 4-5 metre sonra onlar da durdular. Dostum kaldırım taşının çizgisine basıyordu biraz rahatsız oldum. Kızın bana arkası dönüktü göremiyordu, bense boş gözlerle dostuma bakıyordum, olaya anlam vermeye çalışarak. Öpüştüler, dostum bir taksiye el etti, kızı bindirdi. Taksi ağır ağır kalkarken dostum bir yandan el sallayıp “Yarın yoga dersinde görüşürüz” diye bağırdı arkasından. Olay bambaşka bir hal alıyordu.
Taksinin gittiğine emin olunca bana döndü ve “Vaayyt, Aamet’im!” diye anırarak bana döndü. Hala anlamsızca ona bakıyordum. Bana doğru koşmaya başladı, yaklaşınca benden tepki gelmeyince yavaşladı. Tokalaşmak için elini uzattı. 3-4 saniyelik teredütten sonra elini sıktım. “Nasıl ama sımsıkı değil mi?” diyip yumruk yaptığı elinin üstünü öptü. “Vasatın altı” dedim, “Çıtan çok düşük” diye de ekledim. “Bence de lan, kötü” dedi. Dostumun bu tip aşk konularında başkalarının fikirlerini gereğinden fazla dikkate almak gibi bir huyu vardı. Onu istediğiniz an, istediğiniz kıza aşık edebilir, aşık olduğu kızın bir vebo olduğuna inandırabilirdiniz. Yapacak bir şey yok, bu konularda biraz zayıf.

Daha fazla muhatap olmak istemeyip kendisine hayatta başarılar dileyerek yanından ayrıldım. Gençkan’ın ‘kendimi kontrol edemiyorum’ adlı güzide şarkısını mırıldanarak vatandaşlık görevimi yerine getirmek üzere vergi dairesine doğru yola koyuldum. Mart ayı vergi ayı yazışı.

Yokluk, O Donduran Buz

İbrahim BAŞARIR

Sevgili meslektaşım, köşe dostum Kayhan Kolcu'nun yazısını okuduktan sonra derin düşüncelere daldım.

Sevgili Kayhan'ın yazısı kusursuzdu ancak beni en çok düşündüren simit hakkında yaptığı tespit olmuştu; "Paramı idareli kullanmak için en makul seçeneğin simit olduğunu düşündüm" cümlesi bütün gece kafamda döndü dolaştı.Çünkü simit hem ucuzdu hem de lezzetliydi, Türk halkının vazgeçilmeziydi. Ankara'nın Türkiye'ye bir armağanı olan ‘Simit Sarayları’ nın patlamasıyla yaygınlığı iyice arttı ve popülerleşmenin iyice bir parçası haline geldi; Simit simitlikten çıkarak kaşarlı, sucuklu, zeytinli çeşitleri üretilmeye başlandı. Toplumda yaşanan dekadans simiti de vurmuştu. Benim anlatacaklarım ise daha simitin naifliğini ve samimiliğini koruduğu günlerden ufak bir anı...

Anaokulundan çıkıp resmi olarak öğrenim yaşantıma atılmışım ve ilkokul günlerim başlamış. Şayet sabahçıysam sabahleyin ciddi bir kahvaltı yapılarak, öğlenciysem ise sağlam bir öğle yemeğiyle okula yollanmaktayım, cebime ufak bir harçlık tıkıştırılarak. Çocuğuz tabi ilkokulda ne gibi bir harcamamız olabilir ki?.. Zaten kısıtlı bir kantine sahibiz, şimdinin çocukları gibi her şeyin satıldığı bir ortamda büyümedik biz. Teneffüslerde bir kulübenin önünde tek sıra haline gelerek alabileceğimiz tek şey yiyecek olarak simit, içecek olarak pepsi veya meyve suyu… Düşünün bir 5 yıl sadece bu ikiliyle geçti. Poğaçasız, açmasız sadece simitle geçen bir öğrencilik hayatı… Ancak İstanbul'a geldiğimde öğrenmiştim açmanın ne olduğunu, kruvasan ise sadece benim için ‘kuru hasan’ şeklinde yapılan kötu espirilere malzeme olan bir yiyecekti, daha önce ne görmüştüm ne de yemiştim. Zaten söylenmesi de zordu, işte simit vardı, başka bir şeye ne gibi bir ihtiyacım olabilirdi ki?

Fakat bizi cahil bırakmaya kimin hakkı vardı? Samsun'un kalbur üstü ilkokullarından birinde okumama rağmen bizi simide mahkum eden okul yönetimine isyanımı yıllar sonra ‘Saten Dergi’ aracılığıyla yansıtma imkanını buluyorum. Belki de üstad Kayhan'ın dünkü yazısını okumasaydım, ben de bu satırları kaleme alıyor olmayacaktım.

Aslında biz böylece aza kanaat etmeyi, en müşkül anda simitle teselliyi bulmayı öğrendik; fakat bu dersin 5 sene sürmesi küçük bünyelerin gelişiminde ve psikolojisinde derin hasarlara sebebiyet vermiş olabilir. Belki de bü yüzden alttan gelen yeni nesil bu kadar gelişmiş ve bu kadar iri…

İşte buradan üstad Kayhan'a sesleniyorum. Simit konusunda mutahassıs olan kendisinden, "Türk toplumunda simit yeri ve büyümekte olan çocukların gelişiminde etkisi" başlıklı bir yazı derlemesini rica ediyorum.

İbrahim Başarır ile Nasıl Barıştım ve O Gece Neler Oldu?

Kayhan KOLCU

Kısım 1: Cihangir’ deki Ev
Son görüşmemizde Charles Darwin’ in gemisinin adını hatırlayamadığımla benimle dalga geçmişti. Yıkılmıştım, hemen eve koşup acaba daha neleri unutmuşumdur diye kendimi kütüphaneye atmıştım. Tutunamayanlar ile başlayan edebi serüven Saramago' nun Körlük eserinin kapağını kapatmamla noktalandı. Bayılmışım.

O günün üzerinden üç ay geçmişti. Telefon edip özür dileyince eski dostuma bir şans vermeye karar verdim. Davetini kabul edip Cihangir’ deki evine doğru yola çıktım. Yanıma seveceğini tahmin ettiğim birkaç kitap almayı ihmal etmedim.

Kapıyı açtığında hemen elimdekilere baktı. ‘ Olm tat-tuzlu bijler alzaydın lan’ dedi. O anda kendisine karşı anlık bir kıllık besledim. İçeri geçip eski günlerden konuşmaya başladık, konu bir şekilde Arthur Schopenhauer’ e geldi. İbrahim üstad ısrarla Arthur Schopenhauer’ i eleştirirken sonunda bir açığını yakalamıştım. Dedim ‘Dur orada. O zaman Joseph de Maistre ile ilgili söylediklerinle çatıştı bu düşüncelerin’ . Bir bozuldu bu, bakakaldı bana. Ortamdaki gerilimden rahatsız olmuş olacak ki kedisi Marcel odayı terketti. Hemen gidip pikapa bi jazz klasiği yerleştirdim 70lerden; sakinleşti, ''Birer bardak kırmızı sarap içer miyiz?'' diye sordu. Kabul ettim. Her zamanki gibi birer bardakla yetinemedik. Üçüncüden sonra Tembel Feylesof’ un suratına renk geldi, hareketleri bir hızlandı, söylediklerini iyice anlayamamaya başlamıştım. İkinci şişeyi açmaya yeltenmiştim ki ‘ Yürü. Dışarı çıkıyoruz, seni birisiyle tanıştıracağım’ dedi.

Hayırdır; sokağa çıktık.

Kısım 2: Cem Taşkara
Büfelerin önünden geçip İstiklâl’ e çıktığımızda Tembel iyice coşmuştu. Artık konuşmama izin vermiyor sadece kendi konuşuyordu. Bir çocuk gibi heyecanlıydı. Önüme geçip geri geri yürüyerek birşeyler anlatıyor, bir anda etrafımda dolanmaya başlıyordu. Durdurmak bir yana araya bile giremiyordum. Söylediklerini anlamak zaten imkansızlaşmıştı. Ancak arada bazı kelimeleri seçebiliyordum. ‘ kuantum...Martin Scorsese...devcimen Gregor Samsa...Çağla Şikel...’ Son on dakikadır ne diyordu tamamen anlamıyordum. Emek Sinemasının hizasına geldiğimizde omuzlarından tutarak sarsmak suretiyle kendisini söylediklerini yavaşça tekrarlaması konusunda ikna ettim. Bu sefer yarım saat aralıksız konuştu.

Tünele geldiğimizde tüm bunları ilk seferde nasıl olur da üçte biri sürede anlattığını düşünmekten artık onu dinleyemiyordum. Babylon’ un sokağına yaklaştığımızda biraz sonra sokağı dündüğümüzde nereden geldiğini anlayacağımız ‘ Bernard Shaw yaşasaydı hiçbirinizi affetmezdi ulan’ haykırışını duyduk. Tembel ‘ heh bulduk’ dedi. Onu gördüğümüzden yerden kalkıyordu. Üzerini temizledi. Yerden aldığı bira şişesini badigarda doğru fırlatıp koşmaya başladı. Takip ettik. 20 metre sonra nefesi kesildi tombul dervişin. ‘ Ceem’ dedi Tembel. ‘...bu Kayhan’.

Elimi sertçe sıktı kendisi. Sonradan öğrendim ki bana karşıt bir tutum değilmiş bu. İbrahim’ in konuşmaya başlarken adını bastırarak söylemesine sinirlenmiş. Bütün gece İstiklâl Caddesi’ ni bir aşağı bir yukarı turladık. Derviş ünvanını nasıl aldığından başlayarak, Karadeniz yaylalarında geçirdiği yokluk yılları ve yerde bulduğu sayısal kuponuna ikramiye çıkmasına rağmen kuponu nasıl yaktığı da dahil olmak üzere tonlarca şey anlattı Cem Taşkara. Bense sonunda söylediklerini anladığım bir insanı karşımda bulmaktan ziyadesiyle memnundum. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru kafamız iyice güzel olmuştu. ‘ Yürün lan. Peyoteye gidiyoruz Replikas varmış’ dedi Tombul Derviş. ‘ Abi üç sap almazlar bizi rezil oluruz entelektüel camiaya’ diyecek oldum, dönüp çok sert bir bakış atıp elindeki bira şişesini havaya kaldırdı. Tırstım. Acayip korkak birisiyim.

Hadi ordan.

Dürüstlük Akımı - Episode 2 - Sahteleştik Ey Halkım Unutma Bizi / Do Not Forget Us, My Fellow Americans

Cem TAŞKARA

Şimdi şöyle oluyor.

Ar namus şişesini taşa çalıp, kime ne diyen bir toplum olduk. Benim, halkımın, o kadar da uzağa gitmezsek, içinde bulunduğum arkadaş grubumun, tavırları ve hareketleri ortamdan ortama değişir oldu.

Cumartesi gecesini bir şişe sıcak şarap ve az pişmiş bir biftek eşliğinde asmalı mescitteki o eski meyhanemde geçireceğimi zannederken, telefonumun acı acı çalmasıyla kendime geldim. Arayan bir çalışma arkadaşımdı. İş yerine gitmem gerektiğini söylüyordu. 'Peki' dedim naif bir ses tonuyla.

Üstüme 1 gün önce aldığım ve çok güvendiğim Adidas'ın yeni yaz kreasyonunda yer alan, üzerinde İstanbul Beyoğlu yazan siyah tşirtümü giydim. Altına ise annelerin yeni favorisi Defacto mağazasından, bizzat annem tarafından alınmış ciddiyeti simgeleyen kahverengi kumaş pantalonumu giydim.

Yürüyüşüm bir değişikti. Cebimde param da vardı. Sanki küçük dağları ben yaratmıştım. Ama unuttuğum bir şey vardı. En alttaki 2 sene önce alınmış, yıpranmış trimm dich yazılı adidas ayakkabılarım. Hatırlayınca kendime geldim. 10 saniye içerisinde bir öze dönüş yaşamıştım.

Vapura bindiğim zaman aldığım 2 lokal gazetemi aldım. İskeleye doğru ilerledim. Jeton almam gerekiyordu. Parası tam olanların hiç bir laf bile etmeden sadece paralarını uzatıp jetonlarını aldıkları jetoncu hanımefendiye 'Bir jeton alabilir miyim, teşekkürler' diyip jetonumu da alarak turnikeye doğru ilerledim.

Jetonumu atıp iskeleye girdim. Kalabalıktı. Beşiktaş İskelesi'nin en büyük özelliği olan birbirinden güzel kızlar o gün bir başka güzeldiler. Akşam cumartesi akşamı olduğundan giyimleri daha düzgün, aralarda mini etekler beni benden alıp elimdeki yarım duran gazeteme yöneltti. Bakmak istiyordum ama 'kıro muyum ben, abaza mıyım?' diyip gazetenin ön sayfasındaki saçma bir haberi okurmuş gibi yapıyordum. 'Ne zaman açılacak kapılar, bu işkence ne zaman bitecek?' derken kapılar açıldı.

Vapur 3 katlıydı. İçimi bir çocuğun yeni oyuncak aldığındaki neşesi kaplamıştı. Hemen en üst kata çıkıp en arka sağdaki koltuğuma geçip trip yapabilecektim ki işler yolunda gitmedi. Her yer dolmuştu. Dışarıdaki başka mekanları da tercih edemezdim, ya yanıma güzel bir kız otursaydı ve tam gözü bana ilişmişken ani bir rüzgar gazetemi dağıtıp beni zor anlara soksaydı. Olmazdı. Kendime kimsenin oturmadığı ve karşısındaki koltuklarında boş olduğu bir ikili koltuk seçtim. Oturdum. Gazetelerimi de yanıma koydum.

Uzun zamandır futboldan haber alamıyordum. İçim içimi yiyordu ama hemen sol yanımda iki güzel kız vardı. Direk spor sayfasından başlasam acaba gözlerinde sıfıra iner miyim derken kendimi 1. sayfadan 2. sayfaya geçerken buldum. Bunları okumak istemiyordum ki ben. 'Trabzon ne yapmış, bjk yenilmiş, Sinan Engin ne demiş?' diye çok meraklanıyordum. Ama spor sayfasına ulaşmak için bir sürü sayfa çevirmem ve her çevirdiğim sayfada biraz da olsa kalmam gerekiyordu.

Zaman geçiyordu. Spor sayfasına tam gelirken olanlar oldu. Karşıma biri dünya saç ve yüz güzeli, diğeriyse dünya tikilik ve cilt bakımı şampiyonu 2 kız oturdu. Birinin üzerinde adidas'ın gayet trend eşofmanlarından yeşil üzerine beyaz 3 çizgili modelinden vardı. Hemen tşirtümü düzelttim. Adidas çok genel bir markaydı. Neden tişörtümü göstermek istiyordum ki?

Hayatımda ilk defa gördüğüm ve muhtemelen bir daha görmeyeceğim bir kız benim kafamda saçma fikirler oluşmasına neden oluyordu ki en saçma hareketimi yaptım. Erkek bacak bacak üstü atmasından, entel ve kızlar tarafından çok kullanılan bacak bacak üstüne atma stiline geçtim. Pantalonumun düzgün ütüsünden kaynaklanan o ince çizisi görünecekti ki, başımdan kaynar sular akmasına neden olan şey oldu. Anahtarlarım ve bozuk paralarım cebimden yere düştü. Allah belamı vemişti.

Sahte ve hafifçe sırıtarak, çok kısık bir bir mırıldanmayla (ulan ne adamsın), düşen eşyalarımı yerden aldım. Ve hemen kalkıp ordan koşarak uzaklaştım. Dışarı çıktım bir sigara yaktım ve boğaza bakarak 'İstanbul sen mi büyüksün ben mi?!' diye haykırdım. Yazış ta.

Vapurdan o kızlarla karşılaşmadan indim. Ders almamıştım kendimi bir taksiye atarkenki şovum görülmeye değerdi.

Sonuç olarak ben nasıl böyle oldum? Biz neden böyle olduk? Bilemiyorum. Kayhan'a hobit arkadaşımız Emir Budağın yanına giderkenki 'olm Emir'in yanında 2 kız varmış staj eğitimden, birerbuçuk pastırmalı kavurmalı kaşarlı pide yiyip, ikişer ayran içtiğimizi söylemeyelim' diyişimdeki hafif sırıtma yaratan esprimde, 'acaba biraz da gerçeklik payı var mıydı?' diye düşünüşüm bile beni korkutuyor...

06.26 Şafak Film Headquarters / Zincirlikuyu ( Dur Yolcu BLM 4 )

İrrasyonel Rapsodi

Kayhan KOLCU

Altı gibi Şaşkınbakkal’ da olmamı söylemişti. Beklerken bir bira içerim diye düşündüğümden her zaman ki gibi biraz erken gittim. Her zaman ki gibi biraz geç geldi. Üzerinde yeni alındığı belli olan bir deri ceket vardı. Cekete bitişik kapişon özentiliğin sınırlarını zorluyordu, normalde böyle şeyler giymezdi ki. Anlaşılan sakalını yaklaşık bir aydır kesmiyordu, biraz kilo da almıştı. Boyu uzun olmasa bir hobite dönüşme yolunda emin adımlarla gittiğini söyleyebilirdim. Yanıma yaklaştığında ayağa kalktım, merhabalaşma kısmını atlayıp yanında yürümeye koyuldum.

Standarttır; konuşmaya ilk o başladı. ‘ Abi kusura bakma ya. Gelirken dayanamadım; ne zamandır almak istediğim bir saat vardı, onu aldım. Bak çok iyi değil mi, kalın kayışlı falan. Üstelik sadece altı yüz otuz sekiz lira.’ Fiyatı duyunca gözlerimin büyüdüğünü farketmiş olacak ki; ‘Öyle deme, on iki taksit.’ dedi. Üstelemek istemedim; kendisini fazlasıyla inandırmıştı. Bir süre sustuktan sonra devam etti; ‘ Film festivali başlıyor; kitapçığı okudun mu?’ Her zaman ki gibi okumamıştım. Yılların üstüne hala bu soruyu sormasına anlam veremiyordum. Benim içim birkaç film seçeceğini söyledi. Kafamı hafifce eğerek teşekkür ettim. Elimdeki biraya özenmiş olacak ki ‘ Dur bir tane de ben alayım; bu hafta çok stresliydi anlatamam’ diyerek önünden geçtiğimiz bakkala girdi. Yürümeye devam ettik. Birasını biterene kadar konuşmadı. Sonunda konuşmaya başladığında ise çok memnun olmadım.

Efendim; patronu bunu çok yoruyormuş, hayat nasılmış da böyle olmuş, geç saatlere kadar çalıştırdığından iş yerinde kalıyormuş, çorapları ayağına yapışmış, bunlar bir avukata yapılır mıymış, zaten eniştesi buna Dış İşleri’ nde bir yer ayarlıcakmış da diplomat olacakmış, aslında en iyisi Bodrum’ a gitmekmiş vb. Klasik yakarmalarına ilgimi yitirmeye başlıyordum. Dolmuş durağının oraya vardığımızda nereye gittiğimizi soracaktım ki yanımızdan geçen taksiyi çevirdi. ‘Bize gidip biraz oturalım, ordan da karşıya geçeriz’ dedi. Yolda, karşıya geçmekten nasıl kurtulacağımı düşünmekten anlattıklarını iyi dinleyemedim. Sanırım lycaenidae kelebek familyasıyla ilgili konuşuyordu ya da ben öyle anladım; bilemiyorum.

CaferAğa’ daki nem kokan evine girerken tedirgindim. Ablası her an bir laf sokabilir diye endişeleniyordum. Kapıdan girer girmez ayakkabılarını arkalarına basarak çıkarıp hızla odasına yöneldi. Acele etmeden peşinden gittim. Odaya girdiğimde yatağına oturmuş elektro gitarıyla saçmalıyordu. Kafasını kaldırıp ‘ Şunu dinle, çok sıkı’ dedi. Kahkahalarıma engel olamadım. Bozulmuş olacak ki bir süre konuşmadı. Trip atmaya başlamadan önce hep böyle davranır. ‘ Zaten bilgisayara da virüs girdi’ dedi. Beni neden evine sürüklediği belli olmuştu. Bir şey söylemeden bilgisayarın başına geçtim. Uzun süreli sayılabilecek rahatsız edici bir sessizliğin ardından ‘ Geçende bir kızı kestim, dönüp bakmadı’ dedi. Kendisine dönüp, donuk baktım. ‘ Olm böyle yapma ya. Dalga geçmeyin lan benle, Acıyın lan biraz. Hep böyle yapıyorsunuz, yazık lan bana,. Olm çok feneyım lan.’ gibisinden serzenişlerde bulundu. Herhangi bir şey söylemeyi gereksiz buldum.

Bilgisayarı hallettim, dışarı çıkmaya karar verdik. Kapıdan çıkarken montumun cebine sıkıştırdığım dvdleri farkedip geri aldı şerefsiz. ‘ Beş dakika kalmış vapura, terlemeyelim’ dedi. Uğraşmaktan çoktan vazgeçip kaderime razı olmuştum. Karşıya geçilecekti. Vapuru beklerken durak büfeye uğradık. Üç ay önce halısahada eksik ödediğim parayı hatırlatıp sosisliyi bana ısmarlattı içten pazarlıklı.

İstiklal’ e çıkıp mal gibi yürümeye başladık. Birden ‘ Ben aşık oldum’ dedi. Önemsemedim. ‘ Şovalyeyim ben, günün birinde tutturur muyum dersin; umut var mı, he?’ dedi. Durup omuzlarından tuttum. Gökyüzünü işaret ettim. ‘ Darlandığında yukarı bak. Orada bir kartal göreceksin. O kartalın adı Umut, o ölmez’ dedim. Gözleri sulanmıştı, dokunsam kendini bırakacaktı. ‘ Ciddi misin?’ diye sordu ağlamaklı. ‘ Yok lan!’ dedim ‘ Taşak geçiyorum. Buralara kadar getirdin, gel bari şurada rakı içelim’.

Arkadaşın / Your Friend

Ahmet TAŞKENT

“Kaçta buluşuyoruz lan!” diye sordum heyecanla. “Ben seni işim bitince ararım” diyip yüzüme kapattı. Tekrar aradım. “Ne var?” dedi, biraz sinirli. “Ne kapatıyon lan yüzüme?” dedim. Pıff’ladı. “Neyse tamam işin bitince ararsın” diyip kapattım. İçim içime sığmıyordu.

Dolabımı açtım, yeni aldığım gömleği giydim, üstüme de ceket. Kokumu sürdüm. Aramasını beklemeye başladım. Saate baktım 3’tü. Buluşmamıza yaklaşık 6 saat vardı. Saat 4 olunca üstümdeki ceketi çıkarmaya karar verdim. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu.

Buluşma saati geldi çattı. Mekana girdim. Tek başına en izbe masada oturuyor, rakısını içiyordu. Arkasından gizlice yaklaştım, parlak ensesine darbeli ve sert bir şaplak indirdim. O sırada rakısından yudum alıyordu, bardak dişlerine çarptı. Eli yüzü rakı olmuştu. Agresif bir şekilde arkasını döndü ve sırıtan beni gördü. “Naber laan!” dedim. Ya sabır çekerek önüne döndü, bir yandan selpakla elini yüzünü silerek. Geçtim karşısına oturdum. “Napıyosun, nasıl gidiyor?” dedim. “İyi” dedi. “Emir’i itince nasıl düştü ama de mi?” dedim. “Hee” dedi. Geldiğime memnun olmamış gibi bir hali vardı. Sanırım kendisi bunalımdaydı, ve yalnız kalmak istiyor, etrafında bir süre başkasını görmek istemiyordu. Ama çevremde ‘aşk doktoru’ olarak nam salmış olan ben, onu yalnız bırakamazdım. Bunalımdaki kişiler için en iyi panzehirin dostları olduğunun bilincindeydim. Ve geceyi onunla geçirip, moralini düzelterek eğlendirmeye and içmiştim. Kararlıydım.

“Olm” dedim, “Tam adamına rastladın. Seni bu durumdan kurtaracak adam benim. Şimdi beni iyi dinle; İlişkide 9 altın kural vardır…” Kuralların hepsini tek tek saydım. Pek etkilenmedi. Sadece son söylediğim “Kadınlar kuş gibidir, çok sıkarsan öldürürsün, çok rahat bırakırsan uçar giderler” kuralından etkilenir gibi oldu. “Bu nasihatler kulağına küpe olsun, unutma bunları” dedim. “Olur” dedi, haydariye ekmek banıp ağzına attı. “Hiç mi geri dönüşü yok, mesela kırmızı gül vermeyi denedin mi?” diye can alıcı bir soru yönelttim. Cevap vermedi. Belli ki denemiş, sonuç alamamıştı. Daha fazla zorlamadım.

Oturduk, içtik, ben anlattım o dinledi, ben soru sordum, o 4 harfi geçmeyen kelimelerle cevaplar verdi... En son anlattığım hikayeden ötürü çılgınlar gibi gülerken yanlışlıkla içtiğim birayı burnumdan suratına püskürttüm. Sanırım bardağı taşıran son damla oldu bu. Zira ayağa kalkıp ceketini giydi, masaya 2 tane turuncu fırlatıp kapıya doğru yöneldi. Ben de hemen peşinden tabi. Dedim ya arkadaşımı o halde bırakamazdım.

Beraber Moda’ya doğru yolu çekmeye başladık. “Kesene bereket aslan!” dedim. “Tamam” dedi. Gece boyunca ilk defa dört harfi geçen bir kelime kullanmıştı.’Yavaş yavaş çözülmeye başladı’ diye geçirdim içimden. Cafe Kemal’i geçtik, denizi gördük. Harika bir yakamoz vardı. Gitti yere oturdu, ayaklarını aşağı doğru sallandırarak… “Laolm” dedim, “Orda oturulur mu? Cırcır olursun, tırık olursun, gel şuraya banka otur” dedim. Cevap vermedi. Gittim arkasındaki banka oturdum.

Hava soğuktu. “Dondum lan, keşke üzerimize kalın bir şeyler alsaydık” dedim. Döndü, önce bana sonra da elimdeki vişneli soda şişesine baktı, hiçbir şey söylemedi. Şarabından bir yudum alıp ellerini önde kavuşturdu. Belli ki o da üşüyordu. Elimdeki vişneli sodayı uzatıp “Şerefe laaan!” diyip güldüm, tepki vermedi.

İki saat boyunca ben anlattım o dinledi. Saate baktım 2’ye geliyordu. “Eyvah!” dedim, döndü baktı. “Saat 2 olmuş hadi kalkalım, zaten taa Erenköy’e gidicem, yolum uzun” dedim. “Sen git” dedi. “Olmaz, sen de git artık evine” dedim. “Zaten zaar gibi gezdik saatlerce, bu kadar yeter. Bence içmeyi de bırak artık, böyle devam edersen teneşir paklar seni” diyip gevrek gevrek güldüm. Yine tepki vermedi. Ortak bir muhabbet açılır umuduyla sigaranın zararları ve alkolün ilerde ciğerimizi nasıl işlemez bir hale getireceği hakkında küçük çapta bir seminer verdim. “Gitsene sen artık.” dedi. O an anladım ki dostumun yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. İyi geceler dileyip son bir defa banka oturması için nasihat vererek yanından ayrıldım.

Biraz yürüdükten sonra ona döndüm ve “Arkadaşım! Umut var Umut!...” diye heyecanla bağırdım. Döndü, gözlüğünü düzeltip gözlerini kısarak baktı. “Burdalarmış lan, nasıl görmedik, 2 saattir 10 metre yanımızda oturuyolarmış da haberimiz yokmuş, bak Camcı da burada!” diye anırdım.

Uzakta olduğu için tam seçemedim ama sanırım yine pıff’ladı.

Arada Kaldım

İbrahim BAŞARIR

Suya yazı yazmak zordur ama sıraya çizgi çekmek kolaydır; fakat çekilen o çizgiye riayet etmek, sınırı aşmamak çok güçtür. Sevgili okur son derece gizemli bir giriş yaptığımın farkındayım ancak ileride de bahsedeceğim bu sınır çizgisi ilkokul yıllarımda benliğimde onarılmaz yaralar açtığı için konuya direk bir giriş yapamamakta, lafı dolandırmaktayım.

İlkokul 2 başlamış ve tabiki öğretmenimiz kendi kafasına göre oturan öğrencilerinin düzeninden hoşnut olmadığı için yaramazları ve iyi anlaşanları böl ve yönet politikası kapsamında sınıf oturma planında bir revizyona gitme kararı aldı. Sınıfımızın nüfusu yeteri kadar kalabalık olduğu için sıralarda 3'erli oturmamız gerekiyordu ve bu durumda en çok sıkıntıya düşen ortada oturan öğrenci oluyordu. İşte bu yeni plan çerçevesinde benim kaderime de böyle bir sıra ortası düştü. Solumda o güne kadar fazla sohbetimin olmadığı Serkan, sağımda ise sınıfın haylazlarından ve kavgacı çocuklarından Namık vardı. Namık'a sen gel ortaya otur diyemezdim, tek çarem Serkan'ın üzerine oynamaktı. Ancak ufak bir problemi gözden kaçırmıştım. Serkan SOLAKtı… O güne kadar fazla dikkat etmediğim bir husustu kalemi hangi el ile kullandığımız; ama o günden sonra hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.Öğretmenime serkan'ı şikayet ettiğimde ısrarla sol tarafta oturmak istemesi nedeniyle, Serkan'ın bahanesi çoktan hazırdı.

”Örtmenim ben solağım, sol tarafta oturmam gerek. Yoksa yazı yazarken dirseklerimiz çarpışır...”

Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Hiç böyle bir şey aklıma gelmemişti, neden dirseklerimiz kapışacaktı ki. Hepimiz şunun şurasında defterlerimize bir şeyler yazma telaşesinde ve çabasındaydık. Bu kadar saf ve basit bir olgu içerisinde böyle bir karmaşa ve mücadelenin yeri olmaması gerekiyordu ancak hayat bana o küçük yaşımda yeni bir ders vermişti; Bir solağın sıranın solunda oturması gerektiği…

Artık kaderime razı olmuştum, elden bir şey gelmemekteydi. Serkan solak olduğu için sol kanadı parsellerken, Namık zaten sınıftaki namı sebebiyle bu tartışmaların çoktan uzağındaydı. Artık yapmam gereken bu dizilişle en rahat nasıl olabilirdim onu bulmaktı. Fakat bana huzur artık haram olmuştu. Yan yana oturanlar arasında sınıfta genel bir huzursuzluk baş gösterince, sıralara sınırlar çizilmeye başlandı. Cetvelle sıranın uzunluğu ölçüldükten sonra 3'e bölünüp her ögrenciye düşen kısım belirleniyordu ve bu kurallara uymak gerekiyordu. Sınır ihlalleri ciddi yaptırımlarla cezalandırılıyordu. Sanki ufak bir getto yaşıyor hissine kapılmıştım. En başından beri bir nazi subayını andıran Namık çizgiler çekildikten sonra bir Hitler'e, Serkan ise Goebbels'e benzemeye başladılar. Artık öğrencilik benim için esarete ve zülme dönüşmeye başlamıştı ki bu kötü gidiş bir gün son buldu.

Sınıfımızın kapasitesinin iyice tavan yapması ve sıraların yetersiz kalması nedeniyle sonunda sınıfa kolçaklı sandalyeler getirildi. Vakit kaybetmeden atılarak öğretmenimizden kolçaklı sandalyelere geçebilmek için izin istedim. Neyse ki üzerimdeki kara bulutlar dağılmaya başlamıştı ve öğretmenimiz bu isteğimi kabul etti ve ben de böylece Serkan ile Namık'ın arasında oturmaktan kurtulmuş oldum.

Artık okuldan eve gittiğimde, ‘Susam Sokağı' nda "Arada kaldım tam arada" parçasını dinlerken gözlerim dolmuyordu…

Aciz Aşk Matematikçisi / Helpless Love Mathematician

Cem TAŞKARA

Bir matematikçi sanmaz fakat bilir. İnandırmaya çalısmaz çünkü ispat eder. Güveninizi beklemez. Belki dikkat etmenizi ister.

Bu ünlü sözden matematiği çıkarıp aşık kelimesini koyduğunuzda başlar aşk matematiği. Kızlar için birer sayı olduğumuzu varsayalım. Kızın ise matematikçi. Bizle neden oynarlar? Toplarlar, çarparlar, çıkarırlar, bölerler çünkü bizi hiçbir zaman tam olarak anlamazlar, sadece anladıklarını zannedip kafalarında senaryolar kurup onlara inanırlar. Formülleri kendileri yaratıp , kendileri kullanırlar. Neden çünkü hem zaman geçer hem de işlerine yarar. Hayatları kolaylaşır.

Cihangirdeki malikanemde geçmiş günlerden birinde 67 yıllık şaraplarımdan birini açtığım o eşsiz gecede çaldı kapım. Gelen, ismini veremeyeceğim Saten Dergi yazarlarından biriydi. Son yayınladığım şiirimi okumuş, 'umut var umut' diye bağırarak girdi kapımdan son derece sarhoşken. Kapıya tutunamadan yere yığıldı. Kafasını hafif kaldırarak gözlüklerinin altına sıkışmış top top yanaklarıyla hafifçe sırıtarak 'umut falan yok' diye haykırdı, şaşkın bakan suratıma.

Yerden binbir zorlukla kaldırabildiğim eski dostumu, boğaza bakan eşsiz cumbamdaki tekli 2 koltuktan birine oturttum. Karşısına da ben oturdum. "Nasılsın?" dedim, cevap vermedi. Uzun süre konuşmadık. Cebinden bir kağıt çıkardı. Kağıdı başı hafif yana yatık okumaya başladı.

"Çok da hevesli başlamıştım bu büyüme olayına.
Nasıl bilebilirdim bu kadar acı olabileceğini
Sorumluluklar umurumda bile değil
Ama o iki göz yokmu
Durdum orda. Hayat durdu." dedi özenti bir Rutkay Aziz ses tonuyla.

Gülümsedim. Şarabımdan bir yudum alıp boğaza bakarak, "Ne oldu desem anlatacak mısın ki?" dedim. "Sence?" dedi. "Anlatırsın" dedim. "Ama bu kadar sarhoş olsan da bilinçaltın seni korur söylemek istemediğin şeylerden" diye cevapladım. "E o zaman neden soruyosun?" dedi. Sen değil misin yanımda susan arkadaş istiyorum diyen? Al geldim burdayım susuyorum" dedi. "Yanındayım ya yetmiyor mu?"

Yerimden kalktım. Sezen Aksu'nun 'seni kimler aldı' şarkısını açtım. 'Gönlümün bayramları şenliği söndü' kısmında gözlerinden dökülen o samimi yaşlar, ortaokul sıralarına duyduğu özlemi açıkça belli ediyordu. Büyümüştü. O küçük adamdan büyük büyük gözyaşları süzülüyordu. Gözyaşları hıçkırıklara dönüştüğünde "Ben samimiyetsizin tekiyim, kendimde değilim" diye sayıklamaya başladı. Sarıldık. Kamera zoom outla yavaşça yukarı doğru uzaklaşıyor...

Aradan birer koyu kahve ve 1 saat geçirdikten sonra "Çok kadın üzdüm, çok kadında beni üzdü' dedi. "Belli he he" dedim. Anlaşılan komadan çıkmıştı. Kendisini hiç olmadığı biri gibi göstermeye başlamıştı çünkü. O samimiyet koması belli ki geçmişti. İki iki daha 4 etmişti. Kız matematisyen büyücüler gene istediklerini almışlardı. Arkadaşımı, bazı çizmeye bile zorlandığım, çizerken provalar yaptığım sembollerle, okuyamadığım formüllerle değiştirmişlerdi. İstedikleri adam yapmışlardı bile. Çantalarını getirtecek, eğlencelere, yemeklere götürecek adam. Hatta yeri geldiğinde kafasını hafifçe arkaya attırtıp 'Ne haber serseriler!' bile dedirtebileceklerdi ilerki raddelerde.

"Pufff" dedikten sonra, Sezen Aksu'yu çıkarıp, Ogeday'ın 'Arkadaşımı Hadi Geri Verin Bana' adlı şarkısını koydum. Gülüştük.

'Aşk , farklı şeylere aynı isim verme sanatıdır.'
JULES HENRi POiNCARE feat. Cem Taşkara
3.39 @ Cihangir Blues