Royal Albert Hall’ daki Shakespeare’ in gündelik kıyafetleri sergisinden döndüğümden beri derin düşünceler içindeydim. Zaten ben düşününce çok derin düşünürüm. Darwin’ in gemisinin adı hala aklıma gelmiyordu, yapı analizinde sonlu elemanların kullanıldığı yeni bir yöntem beni meşgul ediyordu, Georges Perec aslında ne demek istemişti, Punk gerçekten ölmüş müydü, Emir Budak’ a ne ceza vermeliydim, akşam yemekte ne vardı. Kafamdaki bu soruları biraderimin ‘ İki saattir telefonun çalıyor duymuyor musun?’ çıkışı bir anda dağıttı. Telefondaki ses endişeliydi. Pardesümü kaptığım gibi evden çıktım.
Kapıyı uşak Hektor açtı. ‘ Biz de sizi bekliyorduk. Efendim çalışma odasında’ dedi. Kendisine teşekkür edip yoluma tek devam ettim. Odaya yaklaştıkça içeride Beatles’ ın ‘Love Me Do’ isimli şarkısının çaldığını duyabiliyordum. Durum düşündüğümden de kötüydü. Odaya girdiğimde burnumu yoğun bir anoson kokusu yordu. Eski dostum üzerinde röpdöşambırı kütüphanesinin önündeki çalışma masasında oturuyor, gözleri boşluğa bakıyordu. Yerdeki buruşturulup atılmış kağıt parçaları ve devrilmiş dolu şarap şişelerini ayağımla kenara itip, üzerinde neredeyse dolu bir büyük rakı şişesi ve yarısı içilmiş bir kadeh rakı bulunan masaya doğru yöneldim. Dostumun karşısına oturdum. Beş dakika kadar hiç konuşmadan durunca karşısında oturduğumun farkında olmadığını anladım. Kendinden geçmişti. ‘Emir’ dedim. Küçük Mir cevap vermedi. Kendimi tekrarladım. Yine cevap alamayınca yanağına bir tokat nakşettim. Şaşkınlığın en iyi ilacı tokattır. Gözleri açıldı fakat kelimeler bir türlü ağzından çıkmıyordu, bir tokada daha ihtiyacı vardı. Haklıydım. Eski dostum dehşet içinde ‘ hadi bay bay’ dedi. Saçma. Hızımı almıştım, kendimi tutmakta zorlanıyordum. Bir tokat daha attım. Bu sefer Mir’in ağzından dökülen kelimeler beni rahatlatmıştı. ‘ Jai guru deva ’. Küçük dostum kendine gelmesine rağmen fırsat bu fırsat diyerek bir tokat daha atacaktım ki ağzının kenarından süzülen kan buna engel oldu. Beni kan tutar.
Her şey ortadaydı. Küçük dostum yine, yeniden aşık olmuştu. Fakat kendisini bu şekilde alkole vurmasına göz yumamazdım. Yarım kadeh Küçük Mir için yeter de artardı bile. Kime aşık olduğunu sormaya yeltendiğim sırada gözüm masasının üzerindeki sarhoş bir el yazısıyla yazılmış dörtlüğe takıldı.
Victoria modeli Miranda
Durdu dünyam bir anda
Çok uzak Avustralya
Ne olur beni anla...
Sanki bir de javu yaşıyordum. Eski dostum kendisini aynı uçurumun kenarında bulmuştu, vazgeçirmeye çalışmak anlamsızdı. Hayata karşı kararlı duruşu onu ikna etmeyi olanaksız kılıyordu. Herşeyi zamana bırakmak en iyi seçenekti. Kendi gerizekalılığından ancak kendi bıkkınlığıyla kurtulabilirdi. Benim yapabileceğim tek şey süreci yumuşatmaktı. Sessiz kaldığım kısa süre zarfında küçük dostum boş bir kağıt üzerine çöp adamlar çizmeye başlamıştı. Çizimlerini arada bana gösteriyor onay almaya çalışıyordu. Kendinden geçmişti. Hayata dönmesi gerekiyordu. Bunu nasıl yapabilirim diye düşünürken Albert Camus’ nun ‘ Masada simit varsa çay demlenir’ sözleri aklıma geldi. Çayın varoluşculuktaki tamamlayıcı rolü daha iyi özetlenemezdi. Dostumun ilacı buydu işte. Bir bardak sıcak çay kendisini alıklıktan kurtaracak kafasındaki eksikleri tamamlamaya yardımcı olacaktı. Ne büyük nimetti şu çay. Tek sorun kendisini oturduğu yerden kalkmaya ikna etmekti. Küçük Mir’ in edebi bir deryaya dönüşmüş kütüphanesine doğru ilerledim. Doğru sayfayı bulup Mir’ in önüne koydum. Okumaya dayanamaz.
‘’...Hey Bukowski, dün gece gene kendini mi becerdin, ihtiyar!kahrolası haklıydı, ama yanıbaşımdaki şarap şişesini kendisine fırlatmama engel değildi haklılığı. yatağım kusmuk ve sidik içindeydi. koku nerdeyse dayanılmazdı ama alışılmadık değildi. tüm bunları üzerimden atmanın tek yolu bir demlik çayı içmekti. mutfağa yöneldim...’’
Dostum mesajı anlamıştı. Kafasını kaldırıp sanırım ‘ ne adamsın lan’ gibisinden bir hareket yaptı, anlam veremedim. Bukowski sağolsun, onu oturduğu yerden kaldırmayı başarmıştım. Mutfağa doğru hareketlendik. Tam çalışma odasının kapısından çıkarken Küçük Mir sıçrayıp omzuma dostça, hafif bir darbe indirdi. Döndüm; suratının ortasına fena bir tokat patlattım. Ağzının kenarından süzülen kan daha yeni kurumuşken bu sefer de burnundan kan gelmeye başlamıştı. Bu da uzun süredir üzerinde düşündüğüm cezası olsun diye düşündüm. Özür dileyecek gibi oldum, dilemedim.
Sağlıcakla kal, ‘hadi bay bay’ saygın okur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder