
Yavaş yavaş bilincim yerine gelmeye başlamıştı o zamanlar. Sanırım. En azından şu an o günleri hayal meyal da olsa hatırlayabildiğime göre kafam yerindeydi herhalde.
Yaşım 5'ti sanırım. Ya da 6. O yaştaki her çocuk gibi ben de babama hayrandım. Onun yaptığı her hareketi dikkatlice izleyerek, onun gibi davranma çabalarının baş gösterdiği zamanlardı. Bir gün yine mal gibi otururken, artık hangi takımı tutacağıma karar vermemi salık verdi. "Sen hangi takımlısın?" diye sordum, "Gaasaray" dedi. "O zaman ben de Gaasaray" dedim heyecanla.
O zamanlar ışıklandırma teknolojisi henüz stadlara gelmediğinden gündüz maçları oynanırdı. Kapalıya giderdik babamla. Yeni açık tribüne güneş çarpardı. Sarı-kırmızı bayrak ve kaşkollar tribüne yanıyormuş görüntüsü verirdi. Ateş yükseliyor gibi. Hep imrenerek bakardım o tribündeki insanlara, orada, yeni açıkta olmayı isterdim. Aradan 10 sene geçip te yeni açıkta seyrettiğim onlarca maçın ardından bunun çok büyük bir hata olduğunu anlamıştım. O senelerde kapalıya değil de açık tribüne götürseymiş babam beni, bu defa da kapalıda olmak isteyecektim büyük bir ihtimalle. Bilirsiniz, insan elinde olmayanı ister hep. Şımarıklık.
Papaz Erhan, Mami, Kaptan Cüneyt, Sarı Semih-İsmail ikilisi(İsmail'in kaşları da sarıydı), Prekazi, Uğur, Büyük-Küçük Savaş'lar(B.Savaş'ın kafası çok büyüktü), Metin Yıldız, genç haliyle bıyıklı Bülent Korkmaz, Simoviç(Gol Show), karaktersiz Tanju... Çocukluğuma, ilkokul yıllarıma damgalarını vurdular. Posterlerini astırdılar odama, elimde bayrakla koşturdular evin içinde, bağırttılar, aynı takımı tutan ablamın bile benim bu tiksindirici hareketlerimden sonra Gaasaray'dan soğuyup fenerli olmasında önemli rol oynadılar.
İlk, sapsarı, arkasında 'Kubilay Türkyılmaz' yazan formamı almama vesile oldular. Hepsi teker teker ayrılırken ya da futbola veda ederken, arkalarında Falco'yu, ayıboğan Stumpf'u, lüle saçlı Gütschow'u miras bıraktılar. Üstad İbrahim Başarır'ın idollerinden genç Tugay, Sakarya'lı körpe Hakan Şükür, rüzgarın oğlu Marsh'ın da katkılarıyla rüya gibi geçen 2 sene daha...
Ama biliyorsunuz dostlarım, hayat insana hep güzel oyunlar oynamıyor. Sarı Ufuk'lu, Adrian Knup'lu, Mapeza'lı lanet senelere katlanabilmek hiç de kolay olmadı.
Hele o Hayrettin yok mu? Ah Hayrettin ah... Simovic'in ayrılmasının ardından geçirdiği iki sezona kimsenin lafı yoktur. Ancak ondan sonra geçen 3 senelik kabir azabını anlatmaya kelimeler yetmez. Hangi birini anlatayım? Rıdvan'ı gereksiz yere dövüp 10 saniye kadar sonra sarılıp kendisinden özür dilemesini mi? Eşşek Saffet'in çektiği auta giden topunu kurtarıcam diye bi gazla atlayıp içeri almasını mı? Ya da Gençlerbirliği'yle kupada oynanan ve penaltılara kalan maçta atılan 18 penaltıyı da yiyip maçtan sonra peltek ağzıyla "Valla arkadaşlarla çok uğrastık ama olmadı, bazen bunlar kısfmet işi işte" demesini mi? Bu konuda en doğru sözü P.S.G maçı esnasında Ercan Taner söylemişti; "Hayrettin yapma!". Bir şey eklemeye gerek görmüyorum.
Bu sıkıntılı zamanların ardından 96-00 yılları arası geldi. Bu yıllar hakkında bir şey yazmak istemiyorum. Ne yazarsam yazayım eksik kalır çünkü. Bu yıllar bambaşka bir yazının konusudur. Anlatmaya kelimeler yetmez. Şimdilik burda kesmek en hayırlısı sanırım.
Aradan uzun yıllar geçecek, yaşlanacağım. Yönetimler, futbolcular, teknik kadrolar değişecek.
Ama ben, boynumda sarı-kırmızı kaşkolum, yine bağıracağım 'Gaasaray!' diye...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder