Altı Ağustos

Ahmet TAŞKENT

…Kaşlarını çatarak sigarasını yaktıktan sonra, “Şaka mı ?” diye sordu dumanı suratıma doğru üfleyerek...

“Gayet ciddiyim” dedim. “Ama istersen Coşkun Sabah’a da gidebiliriz, hem Caddebostan’da, daha yakın olur” diye de ekledim. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Gözleri buğulanmıştı. Kafasını iki yana sallayarak “Buna hazır değildim” dedi. “İşlerin bu raddeye varabileceğini ben de tahmin edemezdim, ama bir şey söyle Kayhan haber bekliyor ona göre yer ayırtacak” dedim. Uzun süre sustuk. Rüzgarın uğultusunu dinledik. Başını öne eğdi, çenesi titremeye ve buruşmaya başladı. Bir kaç histerik ses çıkarttı, ben de kendimi daha fazla tutamadım. Birbirimize sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık. Bu yaklaşık 20 dakika kadar sürdü. Kayhan’ın attığı sinirli mesaj bizi kendimize getirdi. “Tamam abi özür dilerim, Coşkun Sabah’a ayırt sen 6 kişilik yer, Yılmaz’a yine ulaşamadık” diye geri mesaj attım.

Saat 4’e geliyordu. Zıkkım bir ağustos sabaha karşısıydı. Uykusuz geçen 32 saatin ardından makalemi yeni tamamlamış, kelimelerle hardkor seks yapmaktan yorgun düşmüş bir şekilde sallanan sandalyemde oturup bir yandan köpeğim Bob’u severek zihnimi boşaltıyordum. Yakın dostlarım bilirler, zorlu geçen bu maratonun ardından tek yapmak istediğim şey birkaç saat boyunca susmak, etrafımdaki insanlardan beklediğim şey de bu süre içerisinde konuşmamalarıdır. Gözlerimi kapatmış, usul usul kendimi dinlerken, mutfak kapısı açıldı. İçimden ‘ne olur bu kez yapma, ne olursun yapma’ diye geçiriyordum ki, “Bulgur yaptım, yiyecek misin?’ sorusu geldi. Bu sesin sahibi kadim dostum Emir Budak’tı. Şu anda burada zikretmek istemediğim ve sonradan çok pişman olduğum bir kaç hakaret savurdum kendisine umarsızca. “Boyun devrilsin!” diye bağırarak çarptı kapıyı, gitti. “Lanet olsun!” diye haykırdım, Bob’u kucağımdan fırlattım. Gittim biraz bulgur abandım. Tuzunu iyi ayarlayamamıştı, içimden biraz daha sövdüm. Ağır yemeğin verdiği rehavetle uyuyakalmışım.

Telefonun acı sesiyle uyandım. Arayan üstad İbrahim’di. “Zamanı geldi, hazır mısın?” diye sordu. Afalladım, “Neyin zamanı geldi mi?” dedim. “6 Ağustos’a 1 haftadan az bir süre kaldı, 1 yıl doldu, Uygar’ı aradın mı?” dedi. “Tamamen aklımdan çıkmış, biliyorsun makalemi hazırlamak için sıkı bir çalışma sürecine girmiştim, yeni bitti” diye cevap verdim. “Şimdiden aramak gerekiyor, yer kalmaz yoksa. Uygar’ı ara halledin” diyip suratıma kapattı. Lafı yine ağzıma tıkmıştı. Cimrilik huyu çekilmez bir hal almıştı artık. Sinirle salya havuzu haline dönmüş yastığımı ters çevirip, tekrar uykuya daldım.

Uyanır uyanmaz Uygar’ı aradım. “Zamanı geldi, hazır mısın?” dedim esrarengiz bir şekilde. “Her zaman hazırım, ama emin misin, bence Türkiye buna hazır değil” dedi. “Abi onu demiyorum, zaten çıplak protesto işi yaş, bence vazgeçelim o işten” dedim. “6 Ağustos!” diye coşkuyla da ekledim. Heyecanla, “O kadar oldu mu? Harika, beni arayıp tarihi ve lokasyonu söyleyin yeter” dedi, kapattık. İçim içime sığmıyordu.

Kayhan’la buluşmak için evden ayrılıp, Cezayir Sokağı’nın yolunu tuttum. Her zamanki kafeye oturdum, bir orta kahve söyledim. Kayhan geldi, her zamankinin aksine gözünde güneş gözlüğü, boynunda bir fular vardı. Yan masaya oturdu. Şaşkın gözlerle ona bakarken, “Bu tarafa bakmadan dinle” dedi. Önüme baktım. “Olası bir kimlik kontrolü ya da polis çevirmesi ihtimaline karşılık hepimiz için birer sahte kimlik çıkarttım, bu zarftalar, ben gittikten sonra alırsın” dedi. İstifimi bozmadan yine önüme bakarak “Gerek var mı ki?” diye sordum. “Eğer deşifre olursak bunu sanat camiasına nasıl açıklarız, lanet olsun, her şeyi ben mi düşünmek zorundayım” dedi agresif bir şekilde. “Herkesle konuştum, bir tek Cem kaldı, ama telefonu bende yok, sende varsa ver onunla birlikte tamamız” dedim. “Cem telefon kullanmaz, kapitalizme karşı bir başkaldırı olarak görüyor bunu, kendisi Cihangir’de, al burada adresi var, git konuş, senden telefon bekliyorum, fazla zamanımız kalmadı” dedi, masada zarf ve adresin yazılı olduğu kağıdı arkasında bırakıp hızlı adımlarla kafeden çıkarak gözden kayboldu.

Zili çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim, sonra fark ettim kapı hafif aralanmış, açıktı. Kapıyı yavaşça iterek içeri girdim. Ev karanlıktı, Cem salonun ortasında sırtı dönük bir gölge şeklinde dikiliyordu. Çok sade şekilde döşenmiş bir evdi, sadece şubişu marka tv, dvd player ve bir sandalyeden ibaretti. “Cem” diye usulca seslendim. Karşılık vermedi. “6 Ağustos” dedim. Çıt çıkarmıyordu. “7 senelik bozulmamış bir gelenek, kimsenin haberi olmayacak, yalnızca biz, buna emin olabilirsin. Hadi yapma bunu hepimiz gibi sen de delicesine arzuluyorsun, birbirimizi kandırmayalım” dedim. Döndü, bir şeyler söyleyecek gibi oldu, söylemedi. Bir süre sustuk. “Hakan Altun diye düşündük, Tarabya…” dedim.

Kaşlarını çatarak sigarasını yaktıktan sonra, “Şaka mı ?” diye sordu…

Hiç yorum yok: