Kar, Pus ve Gece

Ahmet TAŞKENT

O gece... Üstad Emir Budak'ın Amid veya Amed(şimdiki adıyla Diyarbakır)'den döndüğü geceydi. Uygarlıklar beşiği Anadolu'da sürdürdüğü arkeolojik kazıların son ayağı olarak memleketini seçmiş ve ilerde ona bir çok ödül kazandıracak çalışmalarını tamamlamış, Cihangir'deki apış arası kokan bohem evimize kesin dönüş yapmıştı.

Biz 6 kişiydik. Aslında 7. Hayatın her anını opera ve baleyle geçiren, 26 yıllık ömrünü bu sanatı vatanında tanıtmak ve yaymak için heba eden, ve en sonunda hayatın anlamını bulmak için aramızdan ayrılan Çağdaş Yılmaz vardı. Yılmaz'ımız... En güzel şarabın hangi üzümden çıkacağını tartıştığımız bir gecede, ansızın oturduğu yerden kalkmış, koşarak diğer odaya geçmişti. Başta şaşırmadık, hepimizin başına sıklıkla gelen her hangi bir yabancılaşma, kanıksama, soyutlaşma olayı olarak düşünüp muhabbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Ancak işlerin yolunda gitmediğini, Yılmaz odadan aynı tempoyla koşarak dışarı çıkınca anladık. Sırtında koca bir çuval, elinde o güne kadar hiç görmediğimiz bir mızıka vardı. Çuvalın içinde ne olduğunu hiç bir zaman öğrenemedik. Yılmaz'ı o günden beri göremediğimiz gibi.

O zamanlar Cem Taşkara astronomi üzerine kafa yoruyor; Gezegenler, uyduları ve yörüngeleri üzerine, hiçbir dış kaynaktan faydalanmadan, kendini kapattığı dağ evinde 'uzaylılarla telepati' yöntemiyle çalışmalar yapıyordu. O sıralar açıkçası kendisinin akıl sağlığından endişe ediyorduk. Zira 3 yıllık bir ayrılığın ardından gelip bize, bugüne kadar inanmış olduğumuz her şeyi unutmamızı, yaşadığımız herşeyin bir yalan üzerine kurulu olduğunu ve dünyanın aslında hala bir öküzün boynuzları üzerinde durduğunu iddia etmişti. Hepimiz itiraz etmiştik. Bir tek Uygar hak verir gibi olmuştu. Bunu, hepimizin hararetli bir şekilde konuyu masaya yatırdığımız sırada Uygar'ın her zamanki tezcanlı halinin aksine düşüncelere dalmış şekilde televizyona bakmasından anlamıştık. Uygar televizyon seyretmezdi, hiçbir zaman seyretmedi.

Uzun fikir teatrilerinin ve beyin fırtınalarının ardından bunu, kendisinin 'Arkesilaos' hayranı olmasına yormuştuk. Uygar'ın aradan geçen uzun senelerin ardından 'Şüpheci Yaklaşım' ve 'Yargıdan Kaçınma' adlı iki eseri yayınlamasıyla taşlar yerine oturdu. İkincisi yayınlanmamış ve yakılmış olabilir, tam emin değilim.

O geceye dönecek olursak...

Kayhan Kolcu, yaklaşık bir ay önce Fazıl'la yaptığı bir sohbette bu ülkede sanatçıya yeterli değerin verilmediğini, sanat eserlerinin bulunması gerektiği yerde olmadığını ve böyle devam ederse bu ülkeyi terketmekteyi bile düşündüğünü söylediğini anlattı. Ardından da bunları Fazıl'ın ağzından tüm ülkenin duyduğunu. Acı acı gülümsedi. 'Canı sağolsun' dedi. Sustuk.

Üstad İbrahim Başarır, bir eli memesinde son kalan açılmamış panço paketini beklerken uyuyakalmamak için son yaptığı besteyi mırıldanıyordu. Ama beste jazz bestesi olunca ağızdan çıkan 'bıııb bıırırıbırıbıbııp bom bom bııp' sesleri 2 gündür yıpranmış olan sinirlerimi daha da bozuyordu. Zira 2 gün öncesinde fakülte sıralarında beraber dirsek çürüttüğümüz, aynı simidi paylaştığımız kadim dostum, şu günlerde herkesin poh saçına aşina olduğu bob ross'la guaj boya üzerine yaptığımız sohbet büyük bir kavgayla sonuçlanmış, geri dönüşü olmayan bir yola girmiştik.

Gecenin dördüydü. Kar yağıyordu. Hava pusluydu.

Biz 6 kişiydik. Aslında 7.

Hiç yorum yok: